25 Mart 2014 Salı

Arkadaşım Sacide

Allah'ım düşünüyorum da her şey daha dünmüş gibi. Oysa aradan ne çok zaman geçti. Kız lisesinde devam ediyordum. Lise son sınıftaydım. Bir gün matematik dersinin ortasında kapı çalındı. İçeriye harikulade güzel bir kız girdi. Utana sıkıla isminin Sacide olduğunu ve okula yeni yadının yapıldığını söyledi. Hepimiz büyülenmiş gibi kıza bakakaldık. Öğrenciler arasında "Aa, ne güzel kız" diye fısıldamalar oldu. Koyu mavi harika gözleri, duru pembe teni, ipek gibi bukleleri sarı saçları ve son derece muntazam burnu ile güzeller güzeli idi.
       Öğretmen, Sacide'yi benim yanıma oturttu. O günden sonra onunla çok samimi arkadaş olduk. Aramızdan su sızmıyordu. Nereye gitsek beraberdik. Doğrusu bu ya, onu güzelliğinden ötürü birazcık kıskanıyordum. Ama, daha çok onunla arkadaş olmaktan gurur duyuyordum.
       Bazen annelerimizden ders çalışmak bahanesi ile izin koparabilirsek hafta sonları da beraber olup, derslerimizi yaptıktan sonra ufak masum sırlarımızı paylaşırdık. Her kızın yaptığı gibi...
       Bir keresinde hiç unutmam, bana:
       -"Seboş'cuğum göreceksin ben çok varlıklı biri ile evleneceğim" demişti.
       Gençliğin verdiği duygusallıkla, biraz da ayıplayarak:
       -"Neden?" diye sordum.
       -"Evlendiğin kimsenin varlıklı olması senin için bu kadar önemli mi? Ben sevebileceğim birisi ile evlenmeyi isterim doğrusu."
       Sacide:
       -"Eee, ben hem sevebileceğim, hem varlıklı, hem yakışıklı, hem kültürlü, hem de köklü bir aileden olan biri ile evlenmeyi düşünüyorum. Buna ne dersin bakalım?" dedi.
       -"Ne diyeyim kızım." dedim. "O zaman sen fabrikaya siparişini şimdiden ver. Ancak böylesi fabrikasyon olabilir."
       Kahkahayı bastı, sonra:
       -"Şaka bir yana," dedi. "Varlıklı olmasını neden istiyorum biliyor musun? Yoksullara yardım etmek için. Sana bakıyorum da durmadan birilerine bir şeyler veriyorsun. Senin bu huyunu çok seviyorum."
       -"Güldürme beni." dedim. "Sanki benim ailem seninkinden daha mı varlıklı. İstesen sen de verirsin."
       -"Doğrusu ben de senin gibi olmak istiyorum. Ama yapamıyorum işte. Elimde değil. Cimri miyim ne? Ama çok varlıklı biri ile evlenirsem kolayca yoksullara yardım edebilirim." dedi.
       O yıl diplomalarımızı aldıktan bir ay sonra Sacide, bir doktorla nişanlandı. Nişanlısı tam istediği gibi idi; dört dörtlük.
       Bana müjdeyi vermeye geldiği zaman bahçede idim. Sevinçle birbirimize sarıldık, bahçenin ortasında dakikalarca dönüp durduk. Çok mutluydu.
       Ondan aşağı yukarı üç ay sonra da ben nişanlandım. Nişanlım ilkokul öğretmeni idi. Ailesi pek varlıklı değildi. Ama Sacide'nin nişanlısı adar yakışıklıydı. Ya da bana öyle geliyordu. Asıl önemlisi, tanıyanlar onun çok iyi bir insan olduğunu söylüyorlardı.
       O yıl Sacide'nin düğün hazırlığı, benim düğün hazırlığım derken, birbirimizi pek göremedik.
       Evlendikten bir sene sonra bir gün yolda karşılaştık. Son derece şıktı. Beni görünce sevincinden ne yapacağını bilemedi. Görüşmek için birbirimize adres verdik. Tam ayrılacağımız sırada aklıma geldi; yoksullara yardım edip etmediğini sordum. Mahzunlaştı.
       -"Ah, hiç sorma." dedi. "Maalesef... Bu yıl eşim muayehane açtı. Bir sürü masrafa girdik. Ama inşallah durumumuz biraz düzelince yardım edeceğim. Göreceksin. Mutlaka yardım edeceğim."
       Sonra ailece görüşmeye başladık. Görüştüğümüz yıllar boyunca ev aldılar, araba aldılar, Avrupa seyahatlerine gittiler. Sacide kürkler, mücevherlere gömüldü. Bu arada hayır yapıp yapmadığını hep merak ediyordum. Ama kendisine sormuyordum. Bu Allah'la kul arasındaki bir şeydi. Hem hayrın gizli yapılanı daha makbul sayılırmış. Ben onun hayır yaptığına emindim.
       Onun arkadaş çevresi ile benim arkadaş çevrem çok farklı olduğu için geçen süre içerisinde arkadaşlığımız sıcaklığından çok şey kaybetmişti. Artık eskisi gibi sık görüşmüyorduk.
       Bir gün yakın bir arkadaşım eşini kaybetti. Dört çocuğu ile ortada kalakaldı. Elinden tutacak kimsesi yoktu. Arkadaşlar yardım için aramızda para topladık. O sırada Sacide de aklıma geldi. Hemen ona gittim. Dışarı çıkmak üzere idi. Ayak üstü arkadaşımın durumunu anlattım, yardım edip etmeyeceğini sordum. Rahatsız olmuştu.
       -"Vallahi," dedi. "Şimdi ne desem bilemedim ki. Şu anda eşim ticarete atılmak üzere. Artık doktorluğu bırakacak. Doktorlukta iş yok. Onun için şu anda paraya çok ihtiyacımız var. Ama gene de yar5dımcı olmaya çalışayım." dedi ve çantasını açıp bir miktar parayı bana uzattı. Verdiği para ile ancak bir kilo et alınabilirdi.
       Anlaşılan bu kadar varlık arkadaşımın gözünü doyurmamıştı. Hala daha çoğunu istiyordu. Parayı alıp Allah kabul etsin diyerek oradan ayrıldım.
       Bu olaydan galiba 5-6 ay sonra idi. Soğuk bir kış günüydü. Misafirlikten dönüyorum. Sabahleyin döne döne keyifle yağan kar yerini kuru ayaza bırakmıştı. Soğuk bir rüzgar elimi yüzümü adeta kesiyordu. Her taraf bembeyazdı. Hava çok soğuk olduğundan yollar tenhaydı. Bizim sokağa saptığında hava iyiden iyiye kararmıştı. Sokakta kimse yoktu. Yalnız yolun ortasında bir karartı vardı. Köpek miydi acaba? Oldum olası köpeklerden çok korkarım. Biraz yaklaşınca bunun 8-10 yaşlarında bir erkek çocuğu olduğunu fark ettim. Yere eğilmiş karların arasında bir şeyler arıyordu. Yanına sokulup sordum:
       -"Ne yapıyorsun orada?"
       Çocuk ses çıkarmadan karları eşelemeye devam etti.
       Elimle ceketinin ucunu tutup çekiştirdim:
       -"Hey yavrum, bana baksana. Ne yapıyorsun sen orada?"
       Yerinden doğruldu. Yüzü, elleri soğuktan ve kirden simsiyahtı. Elbiseleri paçavradan farksızdı. Zor duyulur bir sesle çekinerek:
       -"Kömür arıyorum." dedi.
       -"Kömür mü? Orada kömür ne arar, deli misin sen? Senin annen baban yok mu?"
       -"Var... Şey, annem var da babam yok."
       -"Peki... Yavrum neden annen odun-kömür aramaya çıkmıyor da bu soğukta seni gönderiyor. Yazık değil mi sana?"
       -"Annem hasta. Hem de kardeşlerime bakıyor." dedi.
       -"Kaç kardeşsiniz?"
       -"Dört kardeşiz."
       -"Peki eviniz nerede sizin, uzak mı?"
       -"Çok uzak değil." Başı ile işaret etti. "Aha o sokağın sonunda." dedi.
       -"Gel hadi yavrum." dedim. Bizim eve gidelim, biraz ısın. Sonra ben sana yakacak bir şeyler veririm, eve götürürsün."
       İtiraz etmedi.
       Evde musluğun başına götürdüm. Sabunla elini yüzünü iyice yıkamasını söyledim. Ama temizlenmesi mümkün değildi. Bununun kenarları, elleri çatlak çatlaktı.
       Daha sonra iki torba odunla kömür koyup evlerine götürdük. Ev dediği bir apartmanın bahçe içersinde terk edilmiş odunluğu idi. Hava iyice karardığı için içerde göz gözü görmüyordu. Çocuk koşup lambayı yaktı. İçerisi feci halde idi. Anneleri yatakta yatıyordu, üç çocuk etrafında yorganın altında kımıldamadan oturuyorlardı. Bir an kadının ölmüş olabileceğini düşündüm. Elimi alnına götürdüm, ateşler içinde yanıyordu. Gözlerini açtı, beni görünce yattığı yerden korku ile doğruldu.
       -"Korkma, size yakacak bir şeyler getirdim." dedim. "Ama siz bu kış kıyamette burada nasıl barınacaksınız?"
       -"Ne yapalım, burayı bulduğumuza şükür." dedi.
       Kadıncağız gerçekten çok çaresizdi. Dört ay önce kocası ölmüş, evin kirasını ödeyemedikleri için ev sahibi onları dışarı atmış. Bu odunluğu bulunca apartmandakilerden izin isteyip buraya taşınmış.
       -"Allah onlardan bin kere razı olsun." diyordu. "Ya taşınmamıza müsaade etmeselerdi ne yapardık? Arada sırada bize yemek ve para yardımında da bulunuyorlar."
       O gece bu zavallıların durumunu düşünmekten gözüme uyku girmedi. Tanıdığım başka varlıklı aileler de vardı ama Sacide ile eski dost ve de arkadaştık ne de olsa. Karar verdim sabah olunca tekrar ona gidecek, yüzümü kızartıp bu aileye yardım etmesini isteyecektim.
       Sacide ile uzun zamandan beri görüşmemiştik, birbirimizi özlemiştik. Beni sevinçle karşıladı. Cesaretlendim. Başkası için de olsa para istemek kolay şey değildi. Kırık dökük cümlelerle o yoksul ailenin durumunu anlatmaya çalıştım.
       Sacide, sandalyesini yanıma çekip oturdu:
       -"Bak canım kardeşim." dedi. "Sen bizi çok zengin sanıyorsun galiba. Ben de yardım etmek isterim. Ama yardım etmek istediğim zaman kendim ederim. Başkasının araya girmesine gerek yok değil mi? kusura bakma ama biz her önümüze gelene yardım etsek halimiz ne olur, bir düşünsene."
       Kaşları gerilmiş, yüzünde sert çizgiler oluşmuştu. Kendimi dilenci gibi hissettim. Son derece üzgün eve döndüm. O günden sonra Sacide'yi bir daha görmedim. Ne ben onu aradım, ne de o beni...
       Aradan seneler geçti. Bu arada evlendiğimin ilk üç yılında iki oğlum olmuştu. Onlar büyüdüler, ev bark sahibi oldular, torunlarım oldu. Dünya telaşı ile günler akıp gitti... Arada bir Sacide'yi düşünmüyor değildim. Ama geçen yıllar ona kızgınlığımı da alıp götürmüştü.
       E çocuklar yuvalarını kurup ayrılınca biz eşimle evde yalnız kalmıştık.
       Bir gün evde yalnızken telefon çaldı. Açtım. Şivesi bozuk biri:
       -"Afedersiniz, orası Sabiha hanımın evi mi? diye sordu.
       -"Evet, benim buyrun."
       Karşıdaki ses:
       -"Bir dakika büyük hanıma veriyorum, sizinle konuşmak istiyor." dedi.
       Bekledim, neden sonra titrek bir ses:
       -"Alo, Seboş'cuğum ben Sacide. Ben çok hastayım. Seninle uzun konuşamayacağım. Senden rica ediyorum. Buraya gelebilir misin? Lütfen mümkünse hemen bugün gel. Bana geleceğine söz veriyorsun değil mi?"
       Çok şaşırmıştım:
       -"Dur hele." dedim. "Tabii gelirim. Ama neyin var senin? Hastalığın ne? Geçmiş olsun. Hem ben senin adresini de bilmiyorum ki."
       -"Buraya gelince konuşuruz. Şimdi yanımızda çalışan kadını veriyorum. O sana yazdıracak. Seni bugün bekliyorum." dedi.
       Adresi aldım, hemen o gün eşimle beraber Sacide'yi görmeye gittik.
       Ev sanki bir saray yavrusuydu. Kapıyı hizmetçi açtı. İçerisi çok güzel döşenmişti. Duvarlar bütün lambri kaplıydı. Antredeki avize bile kristaldi.
       Hizmetçi kadın bizi koridorun sonundaki yatak odasına buyur etti. Yatak odasına adımımı atar atmaz olduğum yerde kalakaldım. Yatakta yatan benim arkadaşım Sacide olamazdı. Bir iskeletti adeta. O güzelim mavi gözleri çukura kaçmış, şakakları dışarı fırlamış, avurtları çökmüştü. Boyası çıkmış saçları darmadağınıktı.
       Beni görünce çenesi titredi, gözleri doldu, bir deri bir kemik kalmış elleri ile yüzünü kapadı, hıçkırarak ağlamaya başladı. İnce parmaklarının arasından yaşlar süzülüyordu.
       Çok üzülmüştüm. Yanına gidip yüzünü öpmeye çalıştım. Sesimi neşeli göstermeye çalışarak:
       -"Dur bakalım hele. Sen beni üzmek için mi buraya çağırdın? Aaa, hadi ağlamayı bırak, sonra çeker giderim ha." dedim.
       Bir süre sonra kendine gelir gibi oldu. Kesik kesik konuşmaya başladı:
       -"Görüyorsun değil mi? Ne hale geldiğimi görüyorsun. Ah Seboş'cuğum ben ne yaptım, senelerimi boşa geçirdim. Sen beni hep uyardın. Ama seni dinlemedim. Hep daha çoğunu istedim. Şimdi aklım başıma geldi ama iş işten geçti." dedi.
       -"Aşkolsun neler söylüyorsun sen öyle. Hem neden iş işten geçmiş olsun? Eğer anlatmak istediğin fakir fukaraya yardım ise, gene edebilirsin. Allah korusun ölmedin ya."
       Ah nerde der gibi eliyle işaret yaptı, sonra bin bir güçlükle derdini anlattı.
       Sacide'nin bir oğlan ikisi kız üç çocuğu vardı. Kocası öldükten sonra çocukları yüzüne gülüp bütün malı üzerlerine yaptırmışlar. Şimdi de hasta yatağında ziyaretine bile gelmiyorlarmış. Ona bakmayı birbirlerinin üzerine atıyorlarmış. Bu ev aslında kocasından kendine kalmış ama, büyük kızına bağışlamış. Onunla birlikte oturuyormuş.
       -"O kızım da haftada bir kere olsun yanıma uğraşmaz. Oysa; benim hayatım boyunca tek amacım, onlara iyi bir istikbal hazırlamak oldu."
       Benden ricası, elinde kalan mücevherleri satıp hayrına yoksullara dağıtmakmış.
       -"Canım kardeşim." dedim. "Fırsat elinde iken bunu kendin yapsaydın ya. Şimdi ben böyle bir şey yapacak olursam, yarın çocukların yakama yapışmaz mı? Ama istersen onları da çağırıp soralım. Razı olurlarsa o zaman neden olmasın, elimden geleni yaparım."
       Sacide'nin gözleri yeniden yaşlarla doldu. Ağlamamak için kendini güçlükle tutuyordu.
       -"Sen ne söylüyorsun? Hiç razı olurlar mı? Böyle bir şey yapacağımdan korktukları için senin telefonunu bile bana bulmadılar. Bu benim son arzum. Tek güvendiğim insan sensin. Hatalığımda bana bakmayanlar, öldüğümde hayrımı yaparlar mı? Hiç olmazsa ölmeden hayrımı kendi ellerimle yapayım. Bana yardım et. Ne olursun." dedi.
       Eşimle düşündük, bir avukata danışıp icap ederse bir noterle gelip mücevherleri almaya karar verdik.
       Ertesi gün tanıdığımız bir avukata telefon ettim. O gün boş zamanı yokmuş, bir gün sonrası için bize randevu verdi.
       Durumu bildirmek için Sacide'ye telefon ettiğimde onun Allah'ın rahmetine kavuşmuş olduğunu öğrendim.
       Sevgili Sacide'm çok geç kalmıştı. Onun ölümü beni çok sarsmıştı. Göz yaşlarımı tutamıyordum.
       Eşim çok üzüldüğümü görünce:
       -"Hadi." dedi. "Oraya gidelim. Çocukların acılı zamanıdır. Onun son arzusunu şimdi söylersek belki yerine getirirler. Söylemesi bizden."
       Ölü evi çok kalabalıktı. Giren çıkan belli değildi.
       Burası ölü evinden çok bir toplantı salonunu andırıyordu. Herkes kendi havasında oradan buraya konuşuyordu.
       Biraz oturduk. Çocukların kim olduğunu tahmin edince kendimi tanıttım. Çok ilgilendiler.
       -"Annem sizi çok severdi. Hep sizden bahsederdi. Hele son zamanlarda ille de Seboş'un telefonunu bulun diye tutturmuştu." dediler.
       Hazır fırsat doğmuşken annelerinin beni neden aradığını ve son arzusunun mücevherlerini satıp yoksullara yardım etmek olduğunu söyledim.
       Bir anda evde buz gibi bir hava esti adeta. Herkes birden konuşmasını kesip kulak kesildi. Kendimi suçlu gibi hissettim. Çok büyük bir gaf mı yapmıştım.
       Sessizliği küçük kız bozdu. Çok kararlı bir sesle:
       -"Şimdi bunları konuşmanın sırası değil. Siz merak etmeyin biz gerekeni yaparız." dedi.
       Orada daha fazla oturmadık. Müsaade isteyip hemen kalktık. O gün, gün boyu şairin mısraları aklıma takıldı:
       Mal sahibi mülk sahibi
       Hani bunun ilk sahibi
       Mal da yalan, mülk de yalan

       Var biraz da sen oyalan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder