Allah'ım düşünüyorum da her şey daha dünmüş gibi. Oysa
aradan ne çok zaman geçti. Kız lisesinde devam ediyordum. Lise son sınıftaydım.
Bir gün matematik dersinin ortasında kapı çalındı. İçeriye harikulade güzel bir
kız girdi. Utana sıkıla isminin Sacide olduğunu ve okula yeni yadının
yapıldığını söyledi. Hepimiz büyülenmiş gibi kıza bakakaldık. Öğrenciler
arasında "Aa, ne güzel kız" diye fısıldamalar oldu. Koyu mavi harika
gözleri, duru pembe teni, ipek gibi bukleleri sarı saçları ve son derece
muntazam burnu ile güzeller güzeli idi.
Öğretmen,
Sacide'yi benim yanıma oturttu. O günden sonra onunla çok samimi arkadaş olduk.
Aramızdan su sızmıyordu. Nereye gitsek beraberdik. Doğrusu bu ya, onu
güzelliğinden ötürü birazcık kıskanıyordum. Ama, daha çok onunla arkadaş
olmaktan gurur duyuyordum.
Bazen
annelerimizden ders çalışmak bahanesi ile izin koparabilirsek hafta sonları da
beraber olup, derslerimizi yaptıktan sonra ufak masum sırlarımızı paylaşırdık.
Her kızın yaptığı gibi...
Bir keresinde
hiç unutmam, bana:
-"Seboş'cuğum
göreceksin ben çok varlıklı biri ile evleneceğim" demişti.
Gençliğin
verdiği duygusallıkla, biraz da ayıplayarak:
-"Neden?"
diye sordum.
-"Evlendiğin
kimsenin varlıklı olması senin için bu kadar önemli mi? Ben sevebileceğim
birisi ile evlenmeyi isterim doğrusu."
Sacide:
-"Eee, ben
hem sevebileceğim, hem varlıklı, hem yakışıklı, hem kültürlü, hem de köklü bir
aileden olan biri ile evlenmeyi düşünüyorum. Buna ne dersin bakalım?"
dedi.
-"Ne
diyeyim kızım." dedim. "O zaman sen fabrikaya siparişini şimdiden
ver. Ancak böylesi fabrikasyon olabilir."
Kahkahayı
bastı, sonra:
-"Şaka bir
yana," dedi. "Varlıklı olmasını neden istiyorum biliyor musun?
Yoksullara yardım etmek için. Sana bakıyorum da durmadan birilerine bir şeyler
veriyorsun. Senin bu huyunu çok seviyorum."
-"Güldürme
beni." dedim. "Sanki benim ailem seninkinden daha mı varlıklı.
İstesen sen de verirsin."
-"Doğrusu
ben de senin gibi olmak istiyorum. Ama yapamıyorum işte. Elimde değil. Cimri
miyim ne? Ama çok varlıklı biri ile evlenirsem kolayca yoksullara yardım
edebilirim." dedi.
O yıl
diplomalarımızı aldıktan bir ay sonra Sacide, bir doktorla nişanlandı.
Nişanlısı tam istediği gibi idi; dört dörtlük.
Bana müjdeyi
vermeye geldiği zaman bahçede idim. Sevinçle birbirimize sarıldık, bahçenin
ortasında dakikalarca dönüp durduk. Çok mutluydu.
Ondan aşağı
yukarı üç ay sonra da ben nişanlandım. Nişanlım ilkokul öğretmeni idi. Ailesi
pek varlıklı değildi. Ama Sacide'nin nişanlısı adar yakışıklıydı. Ya da bana
öyle geliyordu. Asıl önemlisi, tanıyanlar onun çok iyi bir insan olduğunu
söylüyorlardı.
O yıl
Sacide'nin düğün hazırlığı, benim düğün hazırlığım derken, birbirimizi pek
göremedik.
Evlendikten bir
sene sonra bir gün yolda karşılaştık. Son derece şıktı. Beni görünce sevincinden
ne yapacağını bilemedi. Görüşmek için birbirimize adres verdik. Tam ayrılacağımız
sırada aklıma geldi; yoksullara yardım edip etmediğini sordum. Mahzunlaştı.
-"Ah, hiç
sorma." dedi. "Maalesef... Bu yıl eşim muayehane açtı. Bir sürü
masrafa girdik. Ama inşallah durumumuz biraz düzelince yardım edeceğim.
Göreceksin. Mutlaka yardım edeceğim."
Sonra ailece
görüşmeye başladık. Görüştüğümüz yıllar boyunca ev aldılar, araba aldılar,
Avrupa seyahatlerine gittiler. Sacide kürkler, mücevherlere gömüldü. Bu arada
hayır yapıp yapmadığını hep merak ediyordum. Ama kendisine sormuyordum. Bu
Allah'la kul arasındaki bir şeydi. Hem hayrın gizli yapılanı daha makbul
sayılırmış. Ben onun hayır yaptığına emindim.
Onun arkadaş
çevresi ile benim arkadaş çevrem çok farklı olduğu için geçen süre içerisinde
arkadaşlığımız sıcaklığından çok şey kaybetmişti. Artık eskisi gibi sık
görüşmüyorduk.
Bir gün yakın
bir arkadaşım eşini kaybetti. Dört çocuğu ile ortada kalakaldı. Elinden tutacak
kimsesi yoktu. Arkadaşlar yardım için aramızda para topladık. O sırada Sacide
de aklıma geldi. Hemen ona gittim. Dışarı çıkmak üzere idi. Ayak üstü
arkadaşımın durumunu anlattım, yardım edip etmeyeceğini sordum. Rahatsız
olmuştu.
-"Vallahi,"
dedi. "Şimdi ne desem bilemedim ki. Şu anda eşim ticarete atılmak üzere.
Artık doktorluğu bırakacak. Doktorlukta iş yok. Onun için şu anda paraya çok
ihtiyacımız var. Ama gene de yar5dımcı olmaya çalışayım." dedi ve
çantasını açıp bir miktar parayı bana uzattı. Verdiği para ile ancak bir kilo
et alınabilirdi.
Anlaşılan bu
kadar varlık arkadaşımın gözünü doyurmamıştı. Hala daha çoğunu istiyordu.
Parayı alıp Allah kabul etsin diyerek oradan ayrıldım.
Bu olaydan
galiba 5-6 ay sonra idi. Soğuk bir kış günüydü. Misafirlikten dönüyorum.
Sabahleyin döne döne keyifle yağan kar yerini kuru ayaza bırakmıştı. Soğuk bir
rüzgar elimi yüzümü adeta kesiyordu. Her taraf bembeyazdı. Hava çok soğuk
olduğundan yollar tenhaydı. Bizim sokağa saptığında hava iyiden iyiye
kararmıştı. Sokakta kimse yoktu. Yalnız yolun ortasında bir karartı vardı.
Köpek miydi acaba? Oldum olası köpeklerden çok korkarım. Biraz yaklaşınca bunun
8-10 yaşlarında bir erkek çocuğu olduğunu fark ettim. Yere eğilmiş karların
arasında bir şeyler arıyordu. Yanına sokulup sordum:
-"Ne
yapıyorsun orada?"
Çocuk ses
çıkarmadan karları eşelemeye devam etti.
Elimle
ceketinin ucunu tutup çekiştirdim:
-"Hey
yavrum, bana baksana. Ne yapıyorsun sen orada?"
Yerinden
doğruldu. Yüzü, elleri soğuktan ve kirden simsiyahtı. Elbiseleri paçavradan
farksızdı. Zor duyulur bir sesle çekinerek:
-"Kömür
arıyorum." dedi.
-"Kömür
mü? Orada kömür ne arar, deli misin sen? Senin annen baban yok mu?"
-"Var...
Şey, annem var da babam yok."
-"Peki...
Yavrum neden annen odun-kömür aramaya çıkmıyor da bu soğukta seni gönderiyor.
Yazık değil mi sana?"
-"Annem
hasta. Hem de kardeşlerime bakıyor." dedi.
-"Kaç
kardeşsiniz?"
-"Dört
kardeşiz."
-"Peki
eviniz nerede sizin, uzak mı?"
-"Çok uzak
değil." Başı ile işaret etti. "Aha o sokağın sonunda." dedi.
-"Gel hadi
yavrum." dedim. Bizim eve gidelim, biraz ısın. Sonra ben sana yakacak bir
şeyler veririm, eve götürürsün."
İtiraz etmedi.
Evde musluğun
başına götürdüm. Sabunla elini yüzünü iyice yıkamasını söyledim. Ama
temizlenmesi mümkün değildi. Bununun kenarları, elleri çatlak çatlaktı.
Daha sonra iki
torba odunla kömür koyup evlerine götürdük. Ev dediği bir apartmanın bahçe
içersinde terk edilmiş odunluğu idi. Hava iyice karardığı için içerde göz gözü
görmüyordu. Çocuk koşup lambayı yaktı. İçerisi feci halde idi. Anneleri yatakta
yatıyordu, üç çocuk etrafında yorganın altında kımıldamadan oturuyorlardı. Bir
an kadının ölmüş olabileceğini düşündüm. Elimi alnına götürdüm, ateşler içinde
yanıyordu. Gözlerini açtı, beni görünce yattığı yerden korku ile doğruldu.
-"Korkma,
size yakacak bir şeyler getirdim." dedim. "Ama siz bu kış kıyamette
burada nasıl barınacaksınız?"
-"Ne
yapalım, burayı bulduğumuza şükür." dedi.
Kadıncağız
gerçekten çok çaresizdi. Dört ay önce kocası ölmüş, evin kirasını ödeyemedikleri
için ev sahibi onları dışarı atmış. Bu odunluğu bulunca apartmandakilerden izin
isteyip buraya taşınmış.
-"Allah
onlardan bin kere razı olsun." diyordu. "Ya taşınmamıza müsaade
etmeselerdi ne yapardık? Arada sırada bize yemek ve para yardımında da
bulunuyorlar."
O gece bu
zavallıların durumunu düşünmekten gözüme uyku girmedi. Tanıdığım başka varlıklı
aileler de vardı ama Sacide ile eski dost ve de arkadaştık ne de olsa. Karar
verdim sabah olunca tekrar ona gidecek, yüzümü kızartıp bu aileye yardım
etmesini isteyecektim.
Sacide ile uzun
zamandan beri görüşmemiştik, birbirimizi özlemiştik. Beni sevinçle karşıladı.
Cesaretlendim. Başkası için de olsa para istemek kolay şey değildi. Kırık dökük
cümlelerle o yoksul ailenin durumunu anlatmaya çalıştım.
Sacide,
sandalyesini yanıma çekip oturdu:
-"Bak
canım kardeşim." dedi. "Sen bizi çok zengin sanıyorsun galiba. Ben de
yardım etmek isterim. Ama yardım etmek istediğim zaman kendim ederim.
Başkasının araya girmesine gerek yok değil mi? kusura bakma ama biz her önümüze
gelene yardım etsek halimiz ne olur, bir düşünsene."
Kaşları
gerilmiş, yüzünde sert çizgiler oluşmuştu. Kendimi dilenci gibi hissettim. Son
derece üzgün eve döndüm. O günden sonra Sacide'yi bir daha görmedim. Ne ben onu
aradım, ne de o beni...
Aradan seneler
geçti. Bu arada evlendiğimin ilk üç yılında iki oğlum olmuştu. Onlar büyüdüler,
ev bark sahibi oldular, torunlarım oldu. Dünya telaşı ile günler akıp gitti...
Arada bir Sacide'yi düşünmüyor değildim. Ama geçen yıllar ona kızgınlığımı da
alıp götürmüştü.
E çocuklar
yuvalarını kurup ayrılınca biz eşimle evde yalnız kalmıştık.
Bir gün evde
yalnızken telefon çaldı. Açtım. Şivesi bozuk biri:
-"Afedersiniz,
orası Sabiha hanımın evi mi? diye sordu.
-"Evet,
benim buyrun."
Karşıdaki ses:
-"Bir
dakika büyük hanıma veriyorum, sizinle konuşmak istiyor." dedi.
Bekledim, neden
sonra titrek bir ses:
-"Alo,
Seboş'cuğum ben Sacide. Ben çok hastayım. Seninle uzun konuşamayacağım. Senden
rica ediyorum. Buraya gelebilir misin? Lütfen mümkünse hemen bugün gel. Bana
geleceğine söz veriyorsun değil mi?"
Çok
şaşırmıştım:
-"Dur
hele." dedim. "Tabii gelirim. Ama neyin var senin? Hastalığın ne?
Geçmiş olsun. Hem ben senin adresini de bilmiyorum ki."
-"Buraya
gelince konuşuruz. Şimdi yanımızda çalışan kadını veriyorum. O sana yazdıracak.
Seni bugün bekliyorum." dedi.
Adresi aldım,
hemen o gün eşimle beraber Sacide'yi görmeye gittik.
Ev sanki bir
saray yavrusuydu. Kapıyı hizmetçi açtı. İçerisi çok güzel döşenmişti. Duvarlar
bütün lambri kaplıydı. Antredeki avize bile kristaldi.
Hizmetçi kadın
bizi koridorun sonundaki yatak odasına buyur etti. Yatak odasına adımımı atar
atmaz olduğum yerde kalakaldım. Yatakta yatan benim arkadaşım Sacide olamazdı.
Bir iskeletti adeta. O güzelim mavi gözleri çukura kaçmış, şakakları dışarı
fırlamış, avurtları çökmüştü. Boyası çıkmış saçları darmadağınıktı.
Beni görünce
çenesi titredi, gözleri doldu, bir deri bir kemik kalmış elleri ile yüzünü
kapadı, hıçkırarak ağlamaya başladı. İnce parmaklarının arasından yaşlar
süzülüyordu.
Çok üzülmüştüm.
Yanına gidip yüzünü öpmeye çalıştım. Sesimi neşeli göstermeye çalışarak:
-"Dur
bakalım hele. Sen beni üzmek için mi buraya çağırdın? Aaa, hadi ağlamayı bırak,
sonra çeker giderim ha." dedim.
Bir süre sonra
kendine gelir gibi oldu. Kesik kesik konuşmaya başladı:
-"Görüyorsun
değil mi? Ne hale geldiğimi görüyorsun. Ah Seboş'cuğum ben ne yaptım,
senelerimi boşa geçirdim. Sen beni hep uyardın. Ama seni dinlemedim. Hep daha
çoğunu istedim. Şimdi aklım başıma geldi ama iş işten geçti." dedi.
-"Aşkolsun
neler söylüyorsun sen öyle. Hem neden iş işten geçmiş olsun? Eğer anlatmak
istediğin fakir fukaraya yardım ise, gene edebilirsin. Allah korusun ölmedin
ya."
Ah nerde der
gibi eliyle işaret yaptı, sonra bin bir güçlükle derdini anlattı.
Sacide'nin bir
oğlan ikisi kız üç çocuğu vardı. Kocası öldükten sonra çocukları yüzüne gülüp
bütün malı üzerlerine yaptırmışlar. Şimdi de hasta yatağında ziyaretine bile
gelmiyorlarmış. Ona bakmayı birbirlerinin üzerine atıyorlarmış. Bu ev aslında
kocasından kendine kalmış ama, büyük kızına bağışlamış. Onunla birlikte
oturuyormuş.
-"O kızım
da haftada bir kere olsun yanıma uğraşmaz. Oysa; benim hayatım boyunca tek
amacım, onlara iyi bir istikbal hazırlamak oldu."
Benden ricası,
elinde kalan mücevherleri satıp hayrına yoksullara dağıtmakmış.
-"Canım
kardeşim." dedim. "Fırsat elinde iken bunu kendin yapsaydın ya. Şimdi
ben böyle bir şey yapacak olursam, yarın çocukların yakama yapışmaz mı? Ama
istersen onları da çağırıp soralım. Razı olurlarsa o zaman neden olmasın,
elimden geleni yaparım."
Sacide'nin
gözleri yeniden yaşlarla doldu. Ağlamamak için kendini güçlükle tutuyordu.
-"Sen ne
söylüyorsun? Hiç razı olurlar mı? Böyle bir şey yapacağımdan korktukları için
senin telefonunu bile bana bulmadılar. Bu benim son arzum. Tek güvendiğim insan
sensin. Hatalığımda bana bakmayanlar, öldüğümde hayrımı yaparlar mı? Hiç
olmazsa ölmeden hayrımı kendi ellerimle yapayım. Bana yardım et. Ne
olursun." dedi.
Eşimle düşündük,
bir avukata danışıp icap ederse bir noterle gelip mücevherleri almaya karar
verdik.
Ertesi gün
tanıdığımız bir avukata telefon ettim. O gün boş zamanı yokmuş, bir gün sonrası
için bize randevu verdi.
Durumu
bildirmek için Sacide'ye telefon ettiğimde onun Allah'ın rahmetine kavuşmuş
olduğunu öğrendim.
Sevgili
Sacide'm çok geç kalmıştı. Onun ölümü beni çok sarsmıştı. Göz yaşlarımı
tutamıyordum.
Eşim çok
üzüldüğümü görünce:
-"Hadi."
dedi. "Oraya gidelim. Çocukların acılı zamanıdır. Onun son arzusunu şimdi
söylersek belki yerine getirirler. Söylemesi bizden."
Ölü evi çok
kalabalıktı. Giren çıkan belli değildi.
Burası ölü
evinden çok bir toplantı salonunu andırıyordu. Herkes kendi havasında oradan
buraya konuşuyordu.
Biraz oturduk.
Çocukların kim olduğunu tahmin edince kendimi tanıttım. Çok ilgilendiler.
-"Annem
sizi çok severdi. Hep sizden bahsederdi. Hele son zamanlarda ille de Seboş'un
telefonunu bulun diye tutturmuştu." dediler.
Hazır fırsat
doğmuşken annelerinin beni neden aradığını ve son arzusunun mücevherlerini
satıp yoksullara yardım etmek olduğunu söyledim.
Bir anda evde
buz gibi bir hava esti adeta. Herkes birden konuşmasını kesip kulak kesildi.
Kendimi suçlu gibi hissettim. Çok büyük bir gaf mı yapmıştım.
Sessizliği
küçük kız bozdu. Çok kararlı bir sesle:
-"Şimdi
bunları konuşmanın sırası değil. Siz merak etmeyin biz gerekeni yaparız."
dedi.
Orada daha
fazla oturmadık. Müsaade isteyip hemen kalktık. O gün, gün boyu şairin
mısraları aklıma takıldı:
Mal sahibi mülk
sahibi
Hani bunun ilk
sahibi
Mal da yalan,
mülk de yalan
Var biraz da sen
oyalan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder