Size bir masalım var.
Masalımı dinleyin,
Amacını söyleyin.
Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski zamanlarda küçük bir köyde
fakir i fakir Veli Dayı isminde birisi yaşarmış. Veli Dayı öylesine fakirmiş
ki, ekmeğine katık bile bulamazmış çoğu kez.
Veli Dayı’nın
bir de çok, ama pek çok güzel Gül isminde bir kızı varmış. Gül’ün annesi, Gül
çok küçükken öldüğü için Veli Dayı onu çok sever, gücünün yettiğince kızının
bir dediğini iki etmemeye çalışırmış.
Gül, büyüyüp de
15 yaşına girince güzelliği dillere destan olmuş. Uzak, yakın bir çok kentten
onunla evlenmek için gelen soylu, zengin kimselerle kulübe dolup taşarmış.
Ama gelin görün
ki sevgili çocuklar bu denli güzel kızın da çok büyük bir kusuru varmış. Gül,
kendini çok beğenir, gururlanırmış. Bu yüzden kendisini isteyenlere dudak
büker:
-“Ben olsa olsa ancak bir padişah oğlu ile evlenebilirim.” Dermiş.
Gel zaman, git
zaman Gül’ün bu isteği de gerçekleşmiş. Padişahın yakışıklı oğlu Gül’e bir
görüşte aşık olmuş, hemen nişanlanmışlar.
Veli dayı artık
rahata kavuşup oh diyecekmiş ki; bir gün eve geldiğinde Gül’ü iki gözü iki
çeşme ağlar bulmuş.
Veli Dayı,
kızına:
-“Aman kızım, güzel kızım neyin var senin? Hasta mısın yoksa
büyük yasta mısın?” diye sormuş. Gül:
-“Ah babacığım ah. Keşke hasta olsaydım. Yastayım yasta.” Demiş.
Veli Dayı çok şaşırmış.
-“Ne var yas tutacak?” diye soracak olmuş. Gül:
-“Daha ne olsun.” Demiş. “Koskoca padişahın sarayına gelin
gidiyorum, çeyizim yok. Ben saraya layık çeyiz isterim.”
Veli Dayı
kulaklarına inanamamış.
-“Aman kızım sen yasta falan değişsin olsa olsa hastasın.
Ben ekmeğime katık bulamazken saraya layık çeyizi nereden bulabilirim?” demiş,
demesine ya. Gül:
-“Borçlu falan kal da al. Daha olmaza çal da al. Yoksa
kendimi öldürürüm, düşmanlarını güldürürüm.” Diye tutturmuş.
Zavallı Veli
Dayıcık ne yapsın, ne etsin. Düşmanlarının güldüğüne aldırış edeceği yokmuş ama
kızının ölümüne gönlü nasıl razı olsun. Çarnaçar hırsızlık yapmaya karar vermiş.
Ama o güne dek bir çöp bile çalmamış. Yerde gördüğünü haram diye almamış. Ne
çalacağını nereden bilsin. Kızına sormuş, o da:
-“Altın çal.” Demiş. Sonra da Veli Dayı hiç altın görmediği
için, “Sarı olur, parlak olur” diye ona altını tanıtmış.
Veli Dayı
anasından doğduğuna, doğacağına bin pişman yollara düşmüş, utancından kimsenin
yüzüne bakamaz olmuş. Akşama dek, hangi eve girsem diye şehirde dolaşıp durmuş.
Sonunda bakmış bir evin kapısı açık. Hemen içeri girip mutfağa saklanmış. Ev
sahipleri uykuya dalınca Veli Dayı da saklandığı yerden çıkmış. Mutfakta
büyücek bir havan varmış. Veli Dayı etrafına göz gezdirirken havanı görmüş.
Bakmış rengi sarı, parlak da.
-“Eh, olsa olsa altın bu olmalı.” Demiş. O sırada havanın
içindeki karabiberler gözüne ilişmiş.
-“Şimdi ben bunu alır gidersem, zavallı kadına yarına karabiber
lazım olursa ne ile döver. İyisi mi biberleri dövüp bunu öyle götüreyim.” Diye düşünüp
başlamış biberleri şangır şungur dövmeye. Gürültüye ev sahipleri uyanmışlar.
-“Ne oluyor? Develer mi geçiyor? Yoksa evi cinler mi bastı?”
diye yataklarından fırlamış kalkmışlar. Bir de mutfağa girmişler ki ne
görsünler. Adamın biri ortada oturmuş havanda biber dövüp durmuyor mu?
Kızsınlar mı yoksa gülsünler mi bilememişler. Ama Veli Dayı olanları bir bir
anlatınca ona çok acıyıp serbest bırakmışlar.
Vah zavallı
Veli Dayıcık vah. Derdi bu kadarla bitse ya. Ama ne gezer. Eve eli boş dönünce
Gül, büsbütün hırçınlaşmış.
-“Hem zengin evine girmezsin. Hem altın nedir bilmezsin.
Sonra da hırsızlık için girdiğin evin hanımını düşünür, beni hiç düşünmezsin.” Diye
günlerce ağlamış, yemekten içmekten kesilmiş. Sonra da Veli Dayı’yı bir daha
hırsızlığa çıkmaya razı etmiş. Kapıdan çıkarken de:
-“Madem ki altını tanımıyorsun, inci çal. İnci; ufak, beyaz,
yuvarlak olur.” Diye de sıkı sıkı tembih etmiş.
Veli Dayı gene
süklüm püklüm yollara düşmüş. Gün boyu çok zengin birinin evini arayıp durmuş.
Sonunda öyle kocaman bir ev görmüş ki; Veli Dayı, Veli Dayı lalı daha böylesini
hiç görmemişmiş. Bu evin pek çok kapısı varmış. Kapıların her birinin önünde de
birer nöbetçi duruyormuş.
Veli Dayı
başlamış evin etrafını dolaşmaya. Derken gözüne küçük bir kapı ilişmiş. Önünde
de nöbetçi yokmuş. Hemen oradan içeri girip saklanmış. Meğer çocuklar, burası
padişahın sarayı değil miymiş. Veli Dayı’nın saklandığı yer de sarayın
kileriymiş.
Gece olup da
ses seda kesilince Veli Dayı gene saklandığı yerden çıkmış, etrafına bakınmış.
Hemen yanı başında içinde pirinç dolu kocaman bir çuval duruyormuş. Veli Dayı o
güne kadar hiç pirinç görmemişmiş. Hemen elini çuvala daldırıp bakmış.
-“Vay tam da yerine gelmişim.” Demiş. “Koca bir çuval dolusu
inci buldum. Ama hepsini alıp götürürsem ev sahibine yazık olur, iyisi mi
kardeş payı edeyim.”
Bir tas onlara,
bir tas bize. Bir tas onlara, bir tas bize. Diye bölerken uyku bastırmış, hemen
oracıkta uyuya kalmış.
Ertesi gün
nöbetçiler Veli Dayıyı uyandırıp padişahın huzuruna çıkarmışlar.
Veli Dayı
hırsızlığın sebebini anlatınca padişahın oğlu çok üzülmüş:
-“Ben Gül’ün fakir kızı olduğunu biliyordum. Fakir bir kızla
evlenmekten hiçbir sakınca görmemiştim. Ama; onursuz, kötü kalpli bir kızla ne
kadar güzel olursa olsun evlenmem.” Demiş. Veli Dayı’ya da çok acıyıp serbest
bırakmışlar.
Gül, bütün bu
olanlardan sonra yaptıklarına çok pişman olmuş.
Ama çocuklar
son pişmanlık fayda etmez. Bunu hiç unutmayalım. Ona göre hareket edelim olmaz
mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder