Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ne Hint’te ne de
Çin’de. Özbeöz bir Türk ilinde, Ahmet isminde, tembel mi tembel bir çocuk
varmış.
Ahmet, ak saçlı anacığı ile küçücük bir evde yaşarmış. Yaşarmış
da, yaşlı anacığının elinden tutup ona işlerinde yardımcı mı olurmuş? Ne
gezer... Sabahtan akşama dek aylak aylak dolaşır, akşam olunca da anasına:
-“Ana, ana canım istiyor sıcak bir çorba..” der, çorbasını
içer, yorganını başına çeker, başlarmış horul horul uyumaya.
Eeee... Bir gün, beş gün böyle olsa neyse. Her gün her gün
çekilir mi? Günün birinde yaşlı kadının canına tak demiş. Oğlunu karşısına
alıp:
-“Oğul, oğul, has oğul, midesi dolu ama aklı boş oğul. Gün
boyu aylak dolaşıp duruyorsun. Ne Allah’a yarıyor ne kula yarıyorsun. Çalışıp
da biraz para kazansan olmaz mı? Ben bugün varım yarın yok. Ecel bir gün kapımı
çalınca sana kimler bakar, evini kim temizler, yemeğini kim yapar?” demiş.
Ahmet anasını dinlemiş dinlemesine ya sözlerinden bir teki
bile kafasına girmemiş. Bir kulağından girmiş, ötekinden çıkıp gitmiş.
Yaşlı kadın bakmış olacak gibi değil, utanmayı sıkılmayı bir
tarafa bırakmış, kendisi kapı kapı dolaşıp Ahmet’e iş aramaya başlamış. İyi
kalpli birisi:
-“Gelsin koyunlarımı otlatsın.” deyip Ahmet’i işe almış.
Ahmet ilk gün iş bulduğuna çok sevinmiş. Koyunları önüne katıp (Ak koyunum,
kara koyunum) diye diye otlak otlak gezdirmiş. Ama üçüncü günün sonunda işinden
usanmış. Koyunları bir otlağa götürüp uykulu uykulu bir sağına bir soluna
bakmış, sonra da sürünün köpeği Karabaş’a sürüyü teslim edip bir tarafa
kıvrılıp yatmış, uyumuş.
Derken akşam olmuş. Sürü sahibi bakmış ne gelen var ne
giden. Adamı bir meraktır almış. Ak atına atlayıp başlamış sürüyü aramaya. Çok
geçmeden Ahmet’i de sürüyü de bulmuş. Ahmet’i
tatlı uykusundan uyandırıp işinden kovmuş.
Olanlar, zavallı yaşlı anaya olmuş. Kadıncağız yeniden iş
bulmak için çaresiz gene yollara düşmüş. Bir yandan da kötü talihine küsmüş. Ne
ise, sözü fazla uzatmayalım. Allahtan o sırada birisi bahçesine bahçıvan
arıyormuş. Yaşlı kadının haline acımış, Ahmet’i bahçıvan olarak işe almış.
Ahmet bu işe de ilkten pek hevesli başlamış. Siz deyin beş
gün, ben deyim onbeş gün, bu böyle devam etmiş. Ama sonunda Ahmet bu işten de
bıkmış. Sabahleyin daha bahçeyi sulamadan, çiçeklerin arasındaki yabani otları
yolmadan (adam sende, biraz uyuyayım sonra kalkar işimi yaparım) deyip bir
ağacın altına yatmış, başlamış uyumaya. Ta akşam oluncaya dek deliksiz bir uyku
çekmiş. Bahçe sahibi gelip de Ahmet’i böyle uyur görünce çok kızmış, hemen o
gün işine son vermiş.
Ahmet:
-“Ben hiçbir işe yaramıyorum. Hiçbir işi başaramıyorum.”
diye üzgün üzgün dolaşırken, bir çuhacıya rastlamış. Durumunu ona anlatmış.
Çuhacı Ahmet’i yardımcı olarak yanına almış. Çuhacının da güzeller güzeli bir
kızı varmış. Ahmet kızı görür görmez ona aşık olmuş. O günden sonra, bütün gücü
ile çalışmaya başlamış.Çuhacı Ahmet’e ne kadar iş verse, çabucak yapıp
bitiriyormuş. Çuhacı Ahmet’in böyle çok iş yapmasına hayret ediyormuş. Bir gece
gelip Ahmet’in çalıştığı yere bakmış. Bir de ne görsün? Ahmet bir yandan
çuhaları yapıyor, bir yandan da:
-“Çuhadar ağa gelse, oğlum Ahmet kızımı sana vereyim dese.
Ahmet buna sevinir mi? Sevinir ha sevinir.” diye kendi kendine mırıldanmıyor
mu?
Ahmet’in sözleri çuhacının çok hoşuna gitmiş. Onun artık bir
amacı olduğu için, bundan sonra çok çalışacağına inanıp kızı ile evlenmesine
izin vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Ahmet o günden sonra hiç
tembellik yapmamış, çok çalışıp evini geçindirmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder