18 Ocak 2017 Çarşamba

Hırsız Ömer



         Eski kilimlere sarılı iki denkle birkaç sandalye ve bölük pörçük eşya yüklü bir at arabası Sedef Sokağı’nda ağır ağır ilerliyordu. Arabada; eşyanın üsünde, en büyüğü 6-7 yaşlarında olan Ömer ve iki küçük kardeşi ve dallı güllü entarisinin üstüne çingene pembesi bir hırka giymiş, başı yeşil eşarpla bağlı çocukların annesi Halime Bacı oturuyordu. Çocukların babası Mustafa Efendi, arabanın az ötesinde yürüyor, bir yandan da dikkatli dikkatli apartman numaralarına bakıyordu. Biraz kaygılı idi. Gerçi birkaç gün önce gelip kapıcılık yapacağı apartmanı bulmuş, yöneticisi ile konuşmuş anlaşmıştı ama, gene de insanlık hali... Ya şaşırırsa?
         Araba ilerledi, ilerledi sokakta büyükçe bir apartmanın önünde durdu. Mustafa efendinin yüzü aydınlandı, rahatladı. Bir yandan Halime bacının arabadan inmesine yardım ederken arabacıya:
         “Tamam, tamam burası. Sağ ol gardaş. Sen benden önce buldun apartmanı. Ama öyle çok da aramadık değil mi? Elimizle koymuş gibi bulduk işte." dedi.
         Gökyüzü gri bulutlarla kaplı olmasına rağmen havada boğucu bir sıcaklık vardı; yağmur sıcağı. Az sonra ufukta soluk şimşekler çakmaya başladı. Mahallenin çocukları biraraya gelmiş, bağırış çağırış oyun oynuyorlardı. Tek tük yağmur taneleri ellerine, yüzlerine düşünce oyundan başlarını kaldırmayı akıl edebildiler. İçlerinden biri; apartman yöneticisinin oğlu Caner, kapılarının önünde duran arabayı gördü. Önce, arabaya şöyle dikkatli dikkatli bir baktı ve haykırdı:
         “Hey çocuklar, şu çocuğun saçlarına bakın saçlarına, ne komik.”
         Caner’in gösterdiği çocuk, az önce araba ile gelen Mustafa efendinin büyük oğlu Ömer’den başkası değildi. Gerçekten de saçları oldukça değişik bir biçimde kesilmişti. Başının hemen tümü ustura ile kazınmış, yalnız tepeye gelen yerde, orada avuç içi kadar bir yer olduğu gibi bırakılmıştı. Bir tutam kıl yapıştırılmış gibi öyle.
         Çocuklar bir anda arabanın etrafını aldılar. Ömer’e bakıp bakıp kahkahalar attılar. Ömer, ilk önce olanların farkında değildi. Boş arabada dimdik durmuş, atların dizginlerini çekiştirip duruyordu. Farkına varınca önce bir şaşırdı, ne yapacağını bilemedi, utandı. Sonra bir solukta arabadan indi. Yerdeki denklerden birini kucakladı (taşıyabilecekmiş gibi) kaldıramayınca kızdı. Bir tekme savurdu. Hemen orada yanında duran yastığı kaptı. Annesinin karşı koymasına aldırmaksızın evin yolunu tuttu. Üstünde, yakası bir yana gitmiş, çıtçıtları kopuk, kalın bir kazak vardı. Paçaları soba borusunu andıran geniş pantalonunu bir eli ile tutmasa düşecek. İncecik boynunun üstünde, azdan büyük başı ile sevimli mi sevimli idi Ömer.
         Kapıcının evi; apartmanın arkasında, bahçenin ta ötesinde, gözden uzak bir yerde idi. Evi bir görseniz, içinde insan yaşayamaz derdiniz. İrili ufaklı taşlarla çalı çırpının arasına gömülmüş; yerle bir gibi. Güneşten, kirden kapkara olmuş kapısı yanpiri duruyordu. Kapı; bir de küçüktü ki, kazara unutup da eğilmeden içeri girmeye kalkışsanız, üst tarafı (küt) diye kafanıza çarpar, hatanızı affetmezdi. Bakımsızlığın egemen olduğu bahçede birkaç ağaç dilediğince uzayıp gitmişlerdi.
         Kapıcının geldiğini görüp bahçeye inen apartman yöneticisi:
         “Sizden önceki kapıcı burada tek başına kalıyordu. Ona yetişiyordu burası. Ama siz; burada bu çocuklarla nasıl barınabilirsiniz?  Bilmem ki...” dedi.
         Mustafa efeendi boynunu büktü:
         “Ne yapalım bey? Yetse de yetmese de çaremiz yok.” Sonra düşündü, aklına iyi bir şey geldi. “Eğer izin verirseniz, yani daire sahipleri izin verirlerse, bahçe büyük, bir oda daha ilâve ederiz. O zaman yeter bize.” dedi.
         Yönetici hemen o gün sordu, soruşturdu. Daire sahipleri uygun gördüler. Mustafa efendiyi çağırtıp durumu bildirdi.
         Mustafa efendi de, Halime bacı da çok çalışkan insanlardı. Hele Ömer, yaşından beklenmeyecek kadar hevesle işe koyuldu. Şaşılacak kadar az zamanda bahçeyi taşlardan, çalılardan arıttılar. Ev meydana çıktı. İki haftada da küçük bir oda eklediler. Badanası, sıvası derken Halime bacı bir de çiçekli basmadan perdeler, divan örtüsü dikti. Ev, şipşirin bir yer olup çıktı meydana. Hava kararınca, Halime bacının borusunu pırıl pırıl parlattığı gaz lâmbasının altında ev, biraz da esrarengiz gibi oluyordu.
         Okulların açılmasına onbeş gün kala bir gün Mustafa efendi ile Halime bacının arasında küçük bir tartışma geçti. Yere kurulu sofrada yemeklerini yiyorlardı. Halime bacı:
         “Okullar nerede ise açılacak. Sen hâlâ Ömer’i okula yazdırmadın. Ne zaman yazdıracaksın?” diye sordu.
         Mustafa efendi oralı olmdı. Çorbasını kaşıklamaya devam etti. Halime bacı üsteledi:
         “Herkes yazdırmış, geç kalırsak belki de almazlar”.
         “Almazlarsa almazlar. O da seneye gider. Benim uğraşacak zamanım mı var Allah aşkına?”
         “O nasıl söz öyle? İşim var diye çocuğu okula yazdırmayacak mıyız?”
         “Ne yapalım yani? Bin parça olamam ya.” diye köpürdü Mustafa efendi.
         Halime bacı işlerin kötüye gideceğini anlayınca sustu, başka bir söz etmedi. Ama aklına koydu. Apartman kiracılarından Aysel hanıma gidecekti. Aysel hanımın oğlu Ahmet de bu yıl okula başlayacaktı. O, Halime bacıya yardımcı olabilirdi. Sofrayı topladı, bir koşu Aysel hanıma gitti. Kapıyı Aysel hanımın kayınpederi açtı. Solmuş pijamalarının içinde sıskası çıkmış vücudu, üflesen düşecek. Öyle bitkin, sarsak başında gözleri nokta gibi. Halime bacı çekinerek sordu:
         “Aysel abla evde mi?”
         “İçerde, yatak odasında.” dedi ihtiyar.
         Aysel hanım kabul gününe gitmek için hazırlanıyordu. Saçlarını düzeltirken Halime bacıyı dinledi ve:
         “Biz Ahmaet’i okula yazdırdık ama üzülme sen. Ben akşama nelerin lâzım olduğunu beyden öğrenir, yarın kaydını yaptırmaya okula götürürüm.” dedi. Sonra da sordu:
         “Ömer’in yakası, önlüğü hazır mı?”
         “Yok. Nereden hazır olsun? Çantası, defteri bile yok.”
         “Çanta, kalem kolay. Bir günde alınır. Ama önlüğü dikmek lâzım.” dedi. Biraz düşündü. “Ablamın çocuklarının geçen yılki önlükleri duruyordur belki. Duruyorsa, alır düzeltir bir şeyler yaparız.”
         Halime bacı eve dönerken sevinçten etekleri zil çalıyordu. İyi bir iş yapmıştı.
         Aysel hanım o hafta hep Ömer için çalıştı durdu. Ablasından aldığı önlüğü düzeltti, yaka dikti. Ahmet’in pantalonlarından birini verdi. Çarşıya çıkıp Ömer’e defter, kalem, silgi aldı. Bir yerden eski bir çanta bile buldu ona. Halime bacı ile Mustafa efendi Aysel hanıma (Allah razı olsun) diye dua edip durdular.
         Okullar açılmadan bir gün önce, Halime bacı leğende, gaz ocağında ısıttığı bir teneke su ile Ömer’i yıkadı. Güneşten kararmış çatlak ellerini acıtarak ovdu, pakladı.
         Ertesi gün Ömer’i erkenden uyandırdı. Giyindirdi. Ömer bir değişti ki tanınmaz oldu. Az sonra Aysel hanım Ahmet’le Ömer’i ellerinden tutup okula götürdü.
         Öğretmenleri genç, güler yüzlü bir hanımdı. 25-30 yaşlarında var yok. Kumral saçlarını arkaya toplamış, güzel yüzü meydanda. Sınıfa giren her çocukla ayrı ayrı ilgilenmeye çalışıyor, oradan oraya koşturup duruyordu. Sınıfta saysanız veli sayısı öğrenci sayısına eş çıkacak. Gelenlerin bir çoğu da boş gelmemiş. Çiçek ve şeker gibi armağanlarla gelmişler.
         Ömer, o gün okulu pek sevmedi, yadırgadı. Bir kenara çekildi, orada öyle durdu. Kendisi de armağan getiremediği için üzüldü. Az sonra veliler birer ikişer sınıfı terk edince, sık sık çocuklara susmalarını tembihledi öğretmen.
         Dersin tam ortasında Ömer yerinden kalktı. Kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü. Öğretmen şaşırarak sordu:
         “Hey nereye öyle küçük? Selâmsız, sabahsız.”
         Ömer cevap vermedi, yoluna devam etti. Öğretmen biraz kızgın:
         “Sana söylüyorum, nereye gidiyorsun?” dedi. Ömer olduğu yerde durdu, ters ters öğretmenin yüzüne baktı:
         “Çişe” dedi. “Çişimizi de mi yapmayalım?”
         Öğretmen gülmesini zor tuttu:
         “İyi ama izin almadan gidilir mi hiç? Hem zilin çalmasını bekleyemez misin? Böyle dersin ortasında...elini kolunu sallayarak.”
         Ömer gerisin geri döndü. Kızgındı, yerine oturdu. Öğretmen altta aldı:
         “Hadi bu defalık git. Ama bir daha izin iste olmaz mı?”
         Ömer işini bitirip dönünce sordu:
         “Adın ne senin?”
         “Ömer.”
         “Peki Ömer, sen okulu sevdin mi? Hımm...”
         Ömer dilini şaklattı. “Çık.. Sevmedim.”
         Öğretmen şaşırdı:
         “Neden o?”
         “Ders yapmıyoruz da ondan. Biz buraya ders çalışmaya geldik, oturmaya değil.” dedi tok tok. Sonra aklına bir şey geldi. Ellerini bir acele önlüğünün ceplerine daldırdı. Sağ elini kapalı bir şekilde cebinden çıkarıp öğretmene uzattı. Öğretmen içine ne koyacak diye merakla elini açtı. Ömer, öğretmenin avucuna 5-6 fındık koydu ve “Al bunları ye.” dedi. Sonra da gerisin geri dönüp yerine oturdu.
         Ömer okula çabuk alıştı. Derslere bir hızla başladı. Her gün okuldan döner dönmez önlüğünü, yakasını bir yana fırlatıp dersinin başına çöktü. Yazılarının sağa doğru eğri gitmesine aldırmadan sayfalar doldurdu.
         Okullar açıldıktan onbeş gün sonra idi. (O günü Ömer hiçbir zaman unutmayacaktı.) Öğretmen son dersten çıkarken:
         “Çocuklar yarın hepiniz oyuncaklarınızı okula getirin. Burada hep beraber oynayacaksınız.” dedi.
         Musta efendi Ömer’e yeni bir topaç almıştı. Üstü kırmızı-mavi boyalı, altnda da kocaman bir kabarası vardı. Ömer ertesi gün erkenden kalkıp topacının kabarasını iyice parlattı, cebine yerleştirdi, sevinçle okulun yolunu tuttu. Fakat sevinci uzun sürmedi. Sınıfa girince şaşırıp kaldı. Çocukların ellerinde birbirinden güzel o kadar çok oyuncak vardı ki; Ömer böylesini hayal bile edemezdi. Bir kenara çekildi, kimseye göstermeden çantasını açtı. Topacı çantanın en altında bir yere yerleştirdi.
         Oyuncakların içinde hiç birisi Ahmet’in oyuncağı kadar Ömer’i ilgilendirmedi. İki küçük öküz bir kağnıyı çekiyorlardı. Çekerken de başlarını sağa sola öyle bir sallayışları vardı ki; tıpkı sahici gibi idi. Ömer bir süre arabaya, öküzlere baktı durdu. Sonra Ahmet’ten çekine çekine oyuncağa şöyle bir dokundu. Kızmadığını görünce daha da cesaretlendi. Oyuncağı çalıştırmak için Ahmet’e yalvardı. Öküzler yürümeye başlayınca sevincini tutamayarak ellerini çırpıp zıp zıp zıpladı. Ah... Bu oyuncak onun olsaydı neler yapmazdı ki?  Okul tatil oluncaya kadar oyuncağın yanından hiç ayrılmadı. Eve dönerlerken Ahmet, birkaç arkadaşı ile  bahçede oyuncaklarla biraz daha oynadılar. Bir ara Ahmet oyuncağı koyduğu yere baktı. Yüreği korku ile dolup taştı. Oyuncak yerinde yoktu. Telâşla yerinden fırladı: “Oyuncağım nerede?” diye haykırdı. Bütün çocuklar araştırdılar, gerçekten oyuncak kayıplara karışmıştı. Ahmet’in arkadaşı Atilâ:
         “Az önce Ömer’in elinde idi.” dedi. Diğer çocuklar da oyuncağı Ömer’in elinde görmüşlerdi. Ahmet: “Hay hırsız hay, mutlaka oyuncağımı o almıştır.” diye hırsla Ömer’lerin eve yürüdü. Diğer çocuklar da arkasından... O anda Ömer’i bulsalar, bir bardak suda boğacaklardı. Öyle kızgındılar.
         Ömer evde yoktu. Halime bacı çocukların telâşlı hallerini görünce korktu ve:
         “Ömer’e bir şey mi oldu? Ömer nerede?” diye sordu. Ahmet, burnundan soluyarak:
         “Ömer evde yok mu?” dedi.
         “Yok, daha gelmedi. Ne yapacaksınız Ömer’i?”
         “Oyuncağımı çaldı, onu alacağım.”
         Halime bacının bir şey demesine vakit bırakmadan hep beraber geldikleri gibi çıkıp gittiler.
         Ömer’i kalorifer dairesinden çıkarken buldular. Ahmet yakasına yapıştı:
         “Oyuncağımı nereye koydun? Çabuk söyle.” diye sarsmaya başladı.
         “Ne oyuncağı? Benim oyuncaktan falan haberim yok.” dedi Ömer. Yüzünde belli bir şaşkınlık vardı. Ahmet tokadı tam Ömer’in suratının ortasına indirecekti ki; Halime bacı yetişti. Çocukları azarladı. Ömer’in kolundan tutup çeke çeke eve sürükledi.
         Ahmet o gece oyuncağın kaybolduğunu evde annesine söyleyince kızılca kıyamet koptu. Ahmet’in ne aptallığı kaldı, ne şapşallığı. Belki bir saat Ahmet’in üzerine söylendi durdu. Sinirleri az çok yatışınca sordu:
         “Oyuncağı Ömer’in çaldığını nereden biliyorsun ? Gözlerinle gördün mü? Yoksa çocuğa iftira mı ediyorsun?”
         “Orada bütün çocuklar gördüler. En son onun elinde idi. Başka kim almış olabilir? Biliyorum işte o aldı.”
         Aysel hanım biraz düşündü, sonra:
         “Git Halime bacıyı çağır buraya gelsin.” dedi.
         Sokak son derece sessizdi. Ay gökyüzünde pırıl pırıldı. Mustafa efendi ile Halime bacı kapının önüne attıkları hasırda çocukları ile birlikte oturuyorlardı. Ahmet’in birden kini geçti. Kendini suçlu gibi hissetti. Halime bacı akşamki olayı çoktan unutmuştu.
         “Ahmet sen misin?” diye seslendi Halime bacı.
“Evet, annem seni çağırıyor, bize gelecekmişsin.”
         Halime bacı telâşlandı:
         “Ne oldu hayırdır inşallah, bir şey mi var?”
         Ahmet, (bilmem) diye omuz silkti.
         Aysel hanım daha Halime bacı gelmeden söyleyeceği sözleri hazırlamıştı. Onu kırmadan olanları anlatıp öğüt verecekti. Ama Halime bacı Ömer’e toz kondurmak istemeyince birden tepesi attı:
         “Bak Halime bacı. Ben Ömer’i kendi çocuğum kadar severim. Bu oyuncağı o çaldı, bu belli. İnkârda fayda yok. Hem sen burada onu savunacağına git onu cezalandır. Çok pahalı bir oyuncaktı ama ben parasında değilim. Önemli olan Ömer’in hırsızlığa alışmaması. Ben seni adam yerine koyup bunları anlatmaya çalışıyorum, sen ise...”
         Halime bacı Aysel hanımı yatıştırmaya çalıştı bir süre.
         “Sizin yaptıklarınızı unutur muyuz hiç? Bir kusurum oldu ise affet.” diye ağzında birşeyler geveledi. Ama boşuna... Sonunda suçlu suçlu kapıya yöneldi. Eve dönerken kararını vermişti. Kocasına hiçbir şey söylemeyecekti.
         Bu olay o günden sonra kabul günlerinde, gece gezmelerinde konuşulup durdu.
         Ömer’in hırsız olduğunu duyan mahalledeki ve okuldaki çocuklar ona cephe aldılar. Gördükleri yerde (Hırsız Ömer, hırsız Ömer) diye tempo tutup onu kızdırmaya çalıştılar, itip kaktılar. Ömer’in davranışları günden güne belli bir şekilde değişti. Üstüne bir aptallık geldi sanki. Uyurgezer gibi oldu, o sevimli hali kayboldu. Artık derslerine de aldırış ettiği yoktu. Hemen hemen hiç ders çalışmıyordu. Yalnız sınıfta tahtada yazılı olanları bilinçsizce defterine geçiriyordu o kadar. Onu bir tek şey ilgilendiriyordu, kalorifer dairesi. Oyuncağın kaybolduğu günden beri okuldan çıkar çıkmaz çantasını eve bırakıp doğru kalorifer dairesine koşuyordu. Orada ne yapıyordu Allah bilir.
         O yıl kış oldukça erken başladı. Ömer’in paltosu yoktu. Yolda soğuktan korunmak istercesine omuzlarını büzerek yürür, eldivensiz ellerini sıra ile cebinde ısıtarak çantasını taşımaya çalışırdı.
         Havanın az çok ılık olduğu bir gün çocuklar güle oynaya okuldan dönerlerken Ömer’lerin sınıftaki Bilâl’in ayağı kaydı, fena halde yere kapaklandı. Çantası bir yana uçtu, açıldı. Bilâl düştüğü yerde avaz avaz tepinip durdu. Çocuklar ilk önce Bilâl’in utandığı için böyle davrandığını sanıp güldüler, aldırmadılar. Ama sonra işin şaka götürür yanı olmadığını anlayıp onu yerden kaldırdılar. Bir kolu hiç kıpırdamıyordu, uzamış gibi idi. Korktular, iki çocuk koluna girdi. Bilâl’i güçlükle evine götürdüler.
         Ertesi gün çocuklardan biri;  Bilâl’lerin bitişiğindeki evde oturan Hülya, Bilâl’in kolunun kırıldığını öğretmene söyledi. O gün öğretmen birkaç çocuğu da yanına alıp dersten sonra Bilâl’i görmeye gitti. Aralarında Caner de vardı. Bilâl’in kırılan kolunu doktor alçıya almış, beyaz bir bezle boynuna bağlamıştı. Bilâl’in annesi öğretmeni ve çocukları görünce:
         “Ne iyi edip de geldiniz” dedi. “Sabahtan beri sızlanıp duruyordu”.
         Bilâl arkadaşlarını görünce kolunın ağrısını unutuverdi. Bir ara öğretmenle Bilâl’in annesi ahbaplığı koyulaştırınca çocuklar bu elverişli durumdan yararlanıp odalara daldılar. Az sonar Caner, elinde bir oyuncakla geri geldi. Çok şaşkındı. Büyülenmiş gibi orada durmuş öğretmene bakıyordu. Öğretmen Caner’in halini görünce endişe ile sordu:
         “Ne oldu Caner? Elindeki ne?”  Sonra oyuncağı tanıdı. “Aa…O Ahmet’in oyuncağı değil mi?” Caner ancak o zaman kendine gelebildi. Kekeleyerek:
         “Eee evet öğretmenim. Ahmet’in oyuncağı. Biz sanıyorduk ki; biz onu Ömer çaldı sanıyorduk”.
         “Ömer mi çaldı sanıyordunuz? O ne demek o? İnsan arkadaşı için böyle çirkin şeyler söyler mi hiç? Çok ayıp”.
         O sırada Bilâl’in annesi söze karıştı:
         “O oyuncağı Bilâl okulda bulmuş, çok oldu. Hani çocukların oyuncaklarını okula götürdükleri gün vardı ya işte o gün. Arkadaşlarına sormuş, sahibi çıkmayınca eve getirmiş.” dedi.
         Caner, şimdi çok iyi hatırlıyordu. O gün bahçede oynarken Bilâl de orada idi. Demek ki oyuncağı Ömer değil, Bilâl almıştı.
         O sırada içeri giren Bilâl, Caner’in elinde oyuncağı görünce rengi soldu. Ne yapacağını bilemedi, olduğu yerde kalakaldı.
         Öğretmen durumu çabuk kavradı. Bilâl’i bu kötü durumdan kurtarmak için:
         “Bilâl her halde Ahmet’e sormayı unutmuş olacak.” dedi. “Yoksa olabilir ki başkasına ait olan bir şeyi almak doğru değildir, değil mi Bilâl? Her ne ise, biz şimdi giderken onu Ahmet’e veririz. Nasıl olsa evi yolumuzun üzerinde”.
         Dışarı çıktıklarında hava iyiden iyiye kararmış, kuru bir ayaz çıkmıştı. Çocuklar Ahmet’lere gitmeye can atıyorlardı ama, öğretmen daha Bilâl’lerin kapısının önünde “Hadi bakalım, sizler buradan evlerinize gidin. Anneleriniz merak etmesinler. Yolda dikkatli yürüyün, düşüp bir yerinizi kırmayın.” deyip onları evlerine gönderdi.
         Aysel hanım mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Kapıyı Ahmet açtı. Öğretmenini karşısında görünce sevinçle:
         “Anneciğim, öğretmenimiz geldi, koş..” diye bağırdı.
         Aysel hanım bir yandan önlüğünü acele ile çıkarmaya çalışırken, öğretmeni salona buyur etti. Ama öğretmen az oturacağını söyleyerek hemen orada bir saldalyeye ilişti. Sonra da Ahmet’in dışarı çıkmasını söyledi. Ahmet dışarı çıkınca, öğretmen hemen söze başladı:
         “Aysel hanım “ dedi. “Öğrencilerimden Bilâal bir hata yapmış. Ahmet’in oyuncağını alıp eve götürmüş. Biliyorsunuz bu çocuklar henüz çok küçükler, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemiyorlar. Sizden ricam Ahmet’in bu durumu bilmemesi. Ben yarın bu hususu çocuklarla uygun bir biçimde konuşacağım”.
         Aysel hanım kulaklarına inanamıyordu. Öğretmen daha sözünü bitirmeden paketi alıp acele ile açıp baktı. “Evet” dedi. “Bu Ahmet’in oyuncağı. Allahım ben ne yaptım? Zavallı küçük Ömer’den şüphe ettim hep”.
         Öğretmen gittikten sonra Aysel hanım Ahmet’i odaya çağırdı. Oyuncağı ona gösterdi. “Bak Ahmet oyuncağın bulundu. Onu Ömer almamış, Bilâl bulmuş. Öğretmenle sana göndermiş. Ömer aldı deyip beni de yanılttınız. Bir daha emin olmadan kimseyi suçlama olmaz mı?” dedi sonra sesini alçalttı. “Hoş asıl suçun büyüğü bende ya. Parmak kadar çocukların sözlerine kandım. Her ne ise. Şimdi ne düşünüyorum biliyor musun Ahmet? Bu oyuncağı götürüp Ömer’e armağan edelim, ha ne dersin? Böylece belki bizi bağışlar”.
         Ahmet, (Ömer’e yaptıklarını düşünüp üzüldüğünden olacak) oyuncağın bulunuşuna pek o kadar sevinemedi. Onu Ömer’e vermeye can-ı gönülden razı oldu.
         Ömer, evde kardeşleri ile oynuyordu. Ahmet’le annesinin geldiğini görünce oyunu bıraktı, somurtup bir kenara çekildi. Aysel hanım Ömer’in yanına gidip başını okşadı, yüzünü öptü:
         “Bak yavrum” dedi . Ahmet’in oyuncağı bulundu. Sen suçsuzmuşsun. Bizi bağışla. Şimdi oyuncağı sana getirdik. Senin olsun”. Ahmet’e dönerek:
         “Hadi Ahmet, sen de gel Ömer’den özür dile”.
         Fakat ne Aysel hanımın sözleri, ne oyuncak ve ne de Ahmet’in af dilemesi Ömer’in yüzünü güldürebildi. Ömer oyuncağa elini bile sürmedi, tek kelime söylemeden evden çıkıp kalorifer dairesine gitti.
         Aysel hanım, oyuncağın kaybolduğu günden beri Ömer’in onu kalorifer dairesine sakladığından kuşkulanmıştı. Merak edip Ömer’in arkasından o da kalorifer dairesine indi. Ömer eğilmiş, tahtaların arasından bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Az sonra doğruldu, elinde tahtadan yapılmış küçük bir araba duruyordu. Karşısında Aysel hanımı görünce kortku, irkildi. Elindeki oyuncağa bakıp; “Hiç de ona benzetememişim.” diye mırıldandı.
         Aysel hanım: “Vah benim zavallı yavrum, demek o kadar zamandır bunu yapmak için buraya geliyordun. Ben de ne sanmıştım.” dedi, gözleri dolu dolu oldu. Ömer’in başını göğsüne bastırdı, belli etmeden sessizce ağladı.
         Sedef Sokağı’nın bu yalnız çocuğu acaba yeniden eski haline dönebilecek miydi? Yeniden insanları sevip onlara güvenebilecek miydi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder