Eski kilimlere sarılı iki denkle birkaç sandalye ve bölük
pörçük eşya yüklü bir at arabası Sedef Sokağı’nda ağır ağır ilerliyordu.
Arabada; eşyanın üsünde, en büyüğü 6-7 yaşlarında olan Ömer ve iki küçük
kardeşi ve dallı güllü entarisinin üstüne çingene pembesi bir hırka giymiş,
başı yeşil eşarpla bağlı çocukların annesi Halime Bacı oturuyordu. Çocukların
babası Mustafa Efendi, arabanın az ötesinde yürüyor, bir yandan da dikkatli
dikkatli apartman numaralarına bakıyordu. Biraz kaygılı idi. Gerçi birkaç gün
önce gelip kapıcılık yapacağı apartmanı bulmuş, yöneticisi ile konuşmuş
anlaşmıştı ama, gene de insanlık hali... Ya şaşırırsa?
Araba ilerledi, ilerledi sokakta büyükçe bir apartmanın
önünde durdu. Mustafa efendinin yüzü aydınlandı, rahatladı. Bir yandan Halime
bacının arabadan inmesine yardım ederken arabacıya:
“Tamam, tamam burası. Sağ ol gardaş. Sen benden önce buldun
apartmanı. Ama öyle çok da aramadık değil mi? Elimizle koymuş gibi bulduk işte."
dedi.
Gökyüzü gri bulutlarla kaplı olmasına rağmen havada boğucu
bir sıcaklık vardı; yağmur sıcağı. Az sonra ufukta soluk şimşekler çakmaya
başladı. Mahallenin çocukları biraraya gelmiş, bağırış çağırış oyun
oynuyorlardı. Tek tük yağmur taneleri ellerine, yüzlerine düşünce oyundan
başlarını kaldırmayı akıl edebildiler. İçlerinden biri; apartman yöneticisinin
oğlu Caner, kapılarının önünde duran arabayı gördü. Önce, arabaya şöyle
dikkatli dikkatli bir baktı ve haykırdı:
“Hey çocuklar, şu çocuğun saçlarına bakın saçlarına, ne
komik.”
Caner’in gösterdiği çocuk, az önce araba ile gelen Mustafa
efendinin büyük oğlu Ömer’den başkası değildi. Gerçekten de saçları oldukça
değişik bir biçimde kesilmişti. Başının hemen tümü ustura ile kazınmış, yalnız
tepeye gelen yerde, orada avuç içi kadar bir yer olduğu gibi bırakılmıştı. Bir
tutam kıl yapıştırılmış gibi öyle.
Çocuklar bir anda arabanın etrafını aldılar. Ömer’e bakıp
bakıp kahkahalar attılar. Ömer, ilk önce olanların farkında değildi. Boş
arabada dimdik durmuş, atların dizginlerini çekiştirip duruyordu. Farkına
varınca önce bir şaşırdı, ne yapacağını bilemedi, utandı. Sonra bir solukta
arabadan indi. Yerdeki denklerden birini kucakladı (taşıyabilecekmiş gibi)
kaldıramayınca kızdı. Bir tekme savurdu. Hemen orada yanında duran yastığı
kaptı. Annesinin karşı koymasına aldırmaksızın evin yolunu tuttu. Üstünde,
yakası bir yana gitmiş, çıtçıtları kopuk, kalın bir kazak vardı. Paçaları soba
borusunu andıran geniş pantalonunu bir eli ile tutmasa düşecek. İncecik
boynunun üstünde, azdan büyük başı ile sevimli mi sevimli idi Ömer.
Kapıcının evi; apartmanın arkasında, bahçenin ta ötesinde,
gözden uzak bir yerde idi. Evi bir görseniz, içinde insan yaşayamaz derdiniz.
İrili ufaklı taşlarla çalı çırpının arasına gömülmüş; yerle bir gibi. Güneşten,
kirden kapkara olmuş kapısı yanpiri duruyordu. Kapı; bir de küçüktü ki, kazara
unutup da eğilmeden içeri girmeye kalkışsanız, üst tarafı (küt) diye kafanıza
çarpar, hatanızı affetmezdi. Bakımsızlığın egemen olduğu bahçede birkaç ağaç
dilediğince uzayıp gitmişlerdi.
Kapıcının geldiğini görüp bahçeye inen apartman yöneticisi:
“Sizden önceki kapıcı burada tek başına kalıyordu. Ona
yetişiyordu burası. Ama siz; burada bu çocuklarla nasıl barınabilirsiniz? Bilmem ki...” dedi.
Mustafa efeendi boynunu büktü:
“Ne yapalım bey? Yetse de yetmese de çaremiz yok.” Sonra
düşündü, aklına iyi bir şey geldi. “Eğer izin verirseniz, yani daire sahipleri
izin verirlerse, bahçe büyük, bir oda daha ilâve ederiz. O zaman yeter bize.”
dedi.
Yönetici hemen o gün sordu, soruşturdu. Daire sahipleri uygun
gördüler. Mustafa efendiyi çağırtıp durumu bildirdi.
Mustafa efendi de, Halime bacı da çok çalışkan insanlardı.
Hele Ömer, yaşından beklenmeyecek kadar hevesle işe koyuldu. Şaşılacak kadar az
zamanda bahçeyi taşlardan, çalılardan arıttılar. Ev meydana çıktı. İki haftada
da küçük bir oda eklediler. Badanası, sıvası derken Halime bacı bir de çiçekli
basmadan perdeler, divan örtüsü dikti. Ev, şipşirin bir yer olup çıktı meydana.
Hava kararınca, Halime bacının borusunu pırıl pırıl parlattığı gaz lâmbasının
altında ev, biraz da esrarengiz gibi oluyordu.
Okulların açılmasına onbeş gün kala bir gün Mustafa efendi ile
Halime bacının arasında küçük bir tartışma geçti. Yere kurulu sofrada
yemeklerini yiyorlardı. Halime bacı:
“Okullar nerede ise açılacak. Sen hâlâ Ömer’i okula
yazdırmadın. Ne zaman yazdıracaksın?” diye sordu.
Mustafa efendi oralı olmdı. Çorbasını kaşıklamaya devam
etti. Halime bacı üsteledi:
“Herkes yazdırmış, geç kalırsak belki de almazlar”.
“Almazlarsa almazlar. O da seneye gider. Benim uğraşacak
zamanım mı var Allah aşkına?”
“O nasıl söz öyle? İşim var diye çocuğu okula yazdırmayacak
mıyız?”
“Ne yapalım yani? Bin parça olamam ya.” diye köpürdü Mustafa
efendi.
Halime bacı işlerin kötüye gideceğini anlayınca sustu, başka
bir söz etmedi. Ama aklına koydu. Apartman kiracılarından Aysel hanıma
gidecekti. Aysel hanımın oğlu Ahmet de bu yıl okula başlayacaktı. O, Halime
bacıya yardımcı olabilirdi. Sofrayı topladı, bir koşu Aysel hanıma gitti.
Kapıyı Aysel hanımın kayınpederi açtı. Solmuş pijamalarının içinde sıskası
çıkmış vücudu, üflesen düşecek. Öyle bitkin, sarsak başında gözleri nokta gibi.
Halime bacı çekinerek sordu:
“Aysel abla evde mi?”
“İçerde, yatak odasında.” dedi ihtiyar.
Aysel hanım kabul gününe gitmek için hazırlanıyordu. Saçlarını
düzeltirken Halime bacıyı dinledi ve:
“Biz Ahmaet’i okula yazdırdık ama üzülme sen. Ben akşama
nelerin lâzım olduğunu beyden öğrenir, yarın kaydını yaptırmaya okula götürürüm.”
dedi. Sonra da sordu:
“Ömer’in yakası, önlüğü hazır mı?”
“Yok. Nereden hazır olsun? Çantası, defteri bile yok.”
“Çanta, kalem kolay. Bir günde alınır. Ama önlüğü dikmek
lâzım.” dedi. Biraz düşündü. “Ablamın çocuklarının geçen yılki önlükleri
duruyordur belki. Duruyorsa, alır düzeltir bir şeyler yaparız.”
Halime bacı eve dönerken sevinçten etekleri zil çalıyordu.
İyi bir iş yapmıştı.
Aysel hanım o hafta hep Ömer için çalıştı durdu. Ablasından
aldığı önlüğü düzeltti, yaka dikti. Ahmet’in pantalonlarından birini verdi.
Çarşıya çıkıp Ömer’e defter, kalem, silgi aldı. Bir yerden eski bir çanta bile
buldu ona. Halime bacı ile Mustafa efendi Aysel hanıma (Allah razı olsun) diye
dua edip durdular.
Okullar açılmadan bir gün önce, Halime bacı leğende, gaz
ocağında ısıttığı bir teneke su ile Ömer’i yıkadı. Güneşten kararmış çatlak
ellerini acıtarak ovdu, pakladı.
Ertesi gün Ömer’i erkenden uyandırdı. Giyindirdi. Ömer bir
değişti ki tanınmaz oldu. Az sonra Aysel hanım Ahmet’le Ömer’i ellerinden tutup
okula götürdü.
Öğretmenleri genç, güler yüzlü bir hanımdı. 25-30 yaşlarında
var yok. Kumral saçlarını arkaya toplamış, güzel yüzü meydanda. Sınıfa giren
her çocukla ayrı ayrı ilgilenmeye çalışıyor, oradan oraya koşturup duruyordu.
Sınıfta saysanız veli sayısı öğrenci sayısına eş çıkacak. Gelenlerin bir çoğu
da boş gelmemiş. Çiçek ve şeker gibi armağanlarla gelmişler.
Ömer, o gün okulu pek sevmedi, yadırgadı. Bir kenara
çekildi, orada öyle durdu. Kendisi de armağan getiremediği için üzüldü. Az
sonra veliler birer ikişer sınıfı terk edince, sık sık çocuklara susmalarını
tembihledi öğretmen.
Dersin tam ortasında Ömer yerinden kalktı. Kararlı adımlarla
kapıya doğru yürüdü. Öğretmen şaşırarak sordu:
“Hey nereye öyle küçük? Selâmsız, sabahsız.”
Ömer cevap vermedi, yoluna devam etti. Öğretmen biraz
kızgın:
“Sana söylüyorum, nereye gidiyorsun?” dedi. Ömer olduğu
yerde durdu, ters ters öğretmenin yüzüne baktı:
“Çişe” dedi. “Çişimizi de mi yapmayalım?”
Öğretmen gülmesini zor tuttu:
“İyi ama izin almadan gidilir mi hiç? Hem zilin çalmasını
bekleyemez misin? Böyle dersin ortasında...elini kolunu sallayarak.”
Ömer gerisin geri döndü. Kızgındı, yerine oturdu. Öğretmen
altta aldı:
“Hadi bu defalık git. Ama bir daha izin iste olmaz mı?”
Ömer işini bitirip dönünce sordu:
“Adın ne senin?”
“Ömer.”
“Peki Ömer, sen okulu sevdin mi? Hımm...”
Ömer dilini şaklattı. “Çık.. Sevmedim.”
Öğretmen şaşırdı:
“Neden o?”
“Ders yapmıyoruz da ondan. Biz buraya ders çalışmaya geldik,
oturmaya değil.” dedi tok tok. Sonra aklına bir şey geldi. Ellerini bir acele
önlüğünün ceplerine daldırdı. Sağ elini kapalı bir şekilde cebinden çıkarıp
öğretmene uzattı. Öğretmen içine ne koyacak diye merakla elini açtı. Ömer,
öğretmenin avucuna 5-6 fındık koydu ve “Al bunları ye.” dedi. Sonra da gerisin
geri dönüp yerine oturdu.
Ömer okula çabuk alıştı. Derslere bir hızla başladı. Her gün
okuldan döner dönmez önlüğünü, yakasını bir yana fırlatıp dersinin başına
çöktü. Yazılarının sağa doğru eğri gitmesine aldırmadan sayfalar doldurdu.
Okullar açıldıktan onbeş gün sonra idi. (O günü Ömer hiçbir
zaman unutmayacaktı.) Öğretmen son dersten çıkarken:
“Çocuklar yarın hepiniz oyuncaklarınızı okula getirin.
Burada hep beraber oynayacaksınız.” dedi.
Musta
efendi Ömer’e yeni bir topaç almıştı. Üstü kırmızı-mavi boyalı, altnda da
kocaman bir kabarası vardı. Ömer ertesi gün erkenden kalkıp topacının
kabarasını iyice parlattı, cebine yerleştirdi, sevinçle okulun yolunu tuttu.
Fakat sevinci uzun sürmedi. Sınıfa girince şaşırıp kaldı. Çocukların ellerinde
birbirinden güzel o kadar çok oyuncak vardı ki; Ömer böylesini hayal bile edemezdi.
Bir kenara çekildi, kimseye göstermeden çantasını açtı. Topacı çantanın en
altında bir yere yerleştirdi.
Oyuncakların içinde hiç birisi Ahmet’in oyuncağı kadar
Ömer’i ilgilendirmedi. İki küçük öküz bir kağnıyı çekiyorlardı. Çekerken de
başlarını sağa sola öyle bir sallayışları vardı ki; tıpkı sahici gibi idi. Ömer
bir süre arabaya, öküzlere baktı durdu. Sonra Ahmet’ten çekine çekine oyuncağa
şöyle bir dokundu. Kızmadığını görünce daha da cesaretlendi. Oyuncağı
çalıştırmak için Ahmet’e yalvardı. Öküzler yürümeye başlayınca sevincini
tutamayarak ellerini çırpıp zıp zıp zıpladı. Ah... Bu oyuncak onun olsaydı
neler yapmazdı ki? Okul tatil oluncaya
kadar oyuncağın yanından hiç ayrılmadı. Eve dönerlerken Ahmet, birkaç arkadaşı
ile bahçede oyuncaklarla biraz daha
oynadılar. Bir ara Ahmet oyuncağı koyduğu yere baktı. Yüreği korku ile dolup
taştı. Oyuncak yerinde yoktu. Telâşla yerinden fırladı: “Oyuncağım nerede?”
diye haykırdı. Bütün çocuklar araştırdılar, gerçekten oyuncak kayıplara
karışmıştı. Ahmet’in arkadaşı Atilâ:
“Az önce Ömer’in elinde idi.” dedi. Diğer çocuklar da
oyuncağı Ömer’in elinde görmüşlerdi. Ahmet: “Hay hırsız hay, mutlaka oyuncağımı
o almıştır.” diye hırsla Ömer’lerin eve yürüdü. Diğer çocuklar da arkasından...
O anda Ömer’i bulsalar, bir bardak suda boğacaklardı. Öyle kızgındılar.
Ömer evde yoktu. Halime bacı çocukların telâşlı hallerini
görünce korktu ve:
“Ömer’e bir şey mi oldu? Ömer nerede?” diye sordu. Ahmet,
burnundan soluyarak:
“Ömer evde yok mu?” dedi.
“Yok, daha gelmedi. Ne yapacaksınız Ömer’i?”
“Oyuncağımı çaldı, onu alacağım.”
Halime bacının bir şey demesine vakit bırakmadan hep beraber
geldikleri gibi çıkıp gittiler.
Ömer’i kalorifer dairesinden çıkarken buldular. Ahmet
yakasına yapıştı:
“Oyuncağımı nereye koydun? Çabuk söyle.” diye sarsmaya
başladı.
“Ne oyuncağı? Benim oyuncaktan falan haberim yok.” dedi
Ömer. Yüzünde belli bir şaşkınlık vardı. Ahmet tokadı tam Ömer’in suratının
ortasına indirecekti ki; Halime bacı yetişti. Çocukları azarladı. Ömer’in
kolundan tutup çeke çeke eve sürükledi.
Ahmet o gece oyuncağın kaybolduğunu evde annesine söyleyince
kızılca kıyamet koptu. Ahmet’in ne aptallığı kaldı, ne şapşallığı. Belki bir
saat Ahmet’in üzerine söylendi durdu. Sinirleri az çok yatışınca sordu:
“Oyuncağı Ömer’in çaldığını nereden biliyorsun ? Gözlerinle
gördün mü? Yoksa çocuğa iftira mı ediyorsun?”
“Orada bütün çocuklar gördüler. En son onun elinde idi.
Başka kim almış olabilir? Biliyorum işte o aldı.”
Aysel hanım biraz düşündü, sonra:
“Git Halime bacıyı çağır buraya gelsin.” dedi.
Sokak son derece sessizdi. Ay gökyüzünde pırıl pırıldı.
Mustafa efendi ile Halime bacı kapının önüne attıkları hasırda çocukları ile
birlikte oturuyorlardı. Ahmet’in birden kini geçti. Kendini suçlu gibi
hissetti. Halime bacı akşamki olayı çoktan unutmuştu.
“Ahmet sen misin?” diye seslendi Halime bacı.
“Evet, annem seni
çağırıyor, bize gelecekmişsin.”
Halime bacı telâşlandı:
“Ne oldu hayırdır inşallah, bir şey mi var?”
Ahmet, (bilmem) diye omuz silkti.
Aysel hanım daha Halime bacı gelmeden söyleyeceği sözleri
hazırlamıştı. Onu kırmadan olanları anlatıp öğüt verecekti. Ama Halime bacı
Ömer’e toz kondurmak istemeyince birden tepesi attı:
“Bak Halime bacı. Ben Ömer’i kendi çocuğum kadar severim. Bu
oyuncağı o çaldı, bu belli. İnkârda fayda yok. Hem sen burada onu savunacağına
git onu cezalandır. Çok pahalı bir oyuncaktı ama ben parasında değilim. Önemli
olan Ömer’in hırsızlığa alışmaması. Ben seni adam yerine koyup bunları
anlatmaya çalışıyorum, sen ise...”
Halime bacı Aysel hanımı yatıştırmaya çalıştı bir süre.
“Sizin yaptıklarınızı unutur muyuz hiç? Bir kusurum oldu ise
affet.” diye ağzında birşeyler geveledi. Ama boşuna... Sonunda suçlu suçlu
kapıya yöneldi. Eve dönerken kararını vermişti. Kocasına hiçbir şey
söylemeyecekti.
Bu olay o günden sonra kabul günlerinde, gece gezmelerinde
konuşulup durdu.
Ömer’in hırsız olduğunu duyan mahalledeki ve okuldaki
çocuklar ona cephe aldılar. Gördükleri yerde (Hırsız Ömer, hırsız Ömer) diye
tempo tutup onu kızdırmaya çalıştılar, itip kaktılar. Ömer’in davranışları
günden güne belli bir şekilde değişti. Üstüne bir aptallık geldi sanki. Uyurgezer
gibi oldu, o sevimli hali kayboldu. Artık derslerine de aldırış ettiği yoktu.
Hemen hemen hiç ders çalışmıyordu. Yalnız sınıfta tahtada yazılı olanları
bilinçsizce defterine geçiriyordu o kadar. Onu bir tek şey ilgilendiriyordu,
kalorifer dairesi. Oyuncağın kaybolduğu günden beri okuldan çıkar çıkmaz
çantasını eve bırakıp doğru kalorifer dairesine koşuyordu. Orada ne yapıyordu
Allah bilir.
O yıl kış oldukça erken başladı. Ömer’in paltosu yoktu.
Yolda soğuktan korunmak istercesine omuzlarını büzerek yürür, eldivensiz
ellerini sıra ile cebinde ısıtarak çantasını taşımaya çalışırdı.
Havanın az çok ılık olduğu bir gün çocuklar güle oynaya
okuldan dönerlerken Ömer’lerin sınıftaki Bilâl’in ayağı kaydı, fena halde yere
kapaklandı. Çantası bir yana uçtu, açıldı. Bilâl düştüğü yerde avaz avaz
tepinip durdu. Çocuklar ilk önce Bilâl’in utandığı için böyle davrandığını
sanıp güldüler, aldırmadılar. Ama sonra işin şaka götürür yanı olmadığını
anlayıp onu yerden kaldırdılar. Bir kolu hiç kıpırdamıyordu, uzamış gibi idi.
Korktular, iki çocuk koluna girdi. Bilâl’i güçlükle evine götürdüler.
Ertesi gün çocuklardan biri; Bilâl’lerin bitişiğindeki evde oturan Hülya,
Bilâl’in kolunun kırıldığını öğretmene söyledi. O gün öğretmen birkaç çocuğu da
yanına alıp dersten sonra Bilâl’i görmeye gitti. Aralarında Caner de vardı.
Bilâl’in kırılan kolunu doktor alçıya almış, beyaz bir bezle boynuna
bağlamıştı. Bilâl’in annesi öğretmeni ve çocukları görünce:
“Ne iyi edip de geldiniz” dedi. “Sabahtan beri sızlanıp
duruyordu”.
Bilâl
arkadaşlarını görünce kolunın ağrısını unutuverdi. Bir ara öğretmenle Bilâl’in
annesi ahbaplığı koyulaştırınca çocuklar bu elverişli durumdan yararlanıp odalara
daldılar. Az sonar Caner, elinde bir oyuncakla geri geldi. Çok şaşkındı.
Büyülenmiş gibi orada durmuş öğretmene bakıyordu. Öğretmen Caner’in halini
görünce endişe ile sordu:
“Ne oldu
Caner? Elindeki ne?” Sonra oyuncağı
tanıdı. “Aa…O Ahmet’in oyuncağı değil mi?” Caner ancak o zaman kendine
gelebildi. Kekeleyerek:
“Eee
evet öğretmenim. Ahmet’in oyuncağı. Biz sanıyorduk ki; biz onu Ömer çaldı
sanıyorduk”.
“Ömer mi
çaldı sanıyordunuz? O ne demek o? İnsan arkadaşı için böyle çirkin şeyler
söyler mi hiç? Çok ayıp”.
O sırada
Bilâl’in annesi söze karıştı:
“O
oyuncağı Bilâl okulda bulmuş, çok oldu. Hani çocukların oyuncaklarını okula
götürdükleri gün vardı ya işte o gün. Arkadaşlarına sormuş, sahibi çıkmayınca
eve getirmiş.” dedi.
Caner,
şimdi çok iyi hatırlıyordu. O gün bahçede oynarken Bilâl de orada idi. Demek ki
oyuncağı Ömer değil, Bilâl almıştı.
O sırada
içeri giren Bilâl, Caner’in elinde oyuncağı görünce rengi soldu. Ne yapacağını
bilemedi, olduğu yerde kalakaldı.
Öğretmen
durumu çabuk kavradı. Bilâl’i bu kötü durumdan kurtarmak için:
“Bilâl
her halde Ahmet’e sormayı unutmuş olacak.” dedi. “Yoksa olabilir ki başkasına
ait olan bir şeyi almak doğru değildir, değil mi Bilâl? Her ne ise, biz şimdi
giderken onu Ahmet’e veririz. Nasıl olsa evi yolumuzun üzerinde”.
Dışarı
çıktıklarında hava iyiden iyiye kararmış, kuru bir ayaz çıkmıştı. Çocuklar
Ahmet’lere gitmeye can atıyorlardı ama, öğretmen daha Bilâl’lerin kapısının
önünde “Hadi bakalım, sizler buradan evlerinize gidin. Anneleriniz merak
etmesinler. Yolda dikkatli yürüyün, düşüp bir yerinizi kırmayın.” deyip onları
evlerine gönderdi.
Aysel
hanım mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Kapıyı Ahmet açtı. Öğretmenini
karşısında görünce sevinçle:
“Anneciğim,
öğretmenimiz geldi, koş..” diye bağırdı.
Aysel
hanım bir yandan önlüğünü acele ile çıkarmaya çalışırken, öğretmeni salona
buyur etti. Ama öğretmen az oturacağını söyleyerek hemen orada bir saldalyeye
ilişti. Sonra da Ahmet’in dışarı çıkmasını söyledi. Ahmet dışarı çıkınca,
öğretmen hemen söze başladı:
“Aysel
hanım “ dedi. “Öğrencilerimden Bilâal bir hata yapmış. Ahmet’in oyuncağını alıp
eve götürmüş. Biliyorsunuz bu çocuklar henüz çok küçükler, neyin iyi neyin kötü
olduğunu bilemiyorlar. Sizden ricam Ahmet’in bu durumu bilmemesi. Ben yarın bu
hususu çocuklarla uygun bir biçimde konuşacağım”.
Aysel
hanım kulaklarına inanamıyordu. Öğretmen daha sözünü bitirmeden paketi alıp
acele ile açıp baktı. “Evet” dedi. “Bu Ahmet’in oyuncağı. Allahım ben ne
yaptım? Zavallı küçük Ömer’den şüphe ettim hep”.
Öğretmen
gittikten sonra Aysel hanım Ahmet’i odaya çağırdı. Oyuncağı ona gösterdi. “Bak
Ahmet oyuncağın bulundu. Onu Ömer almamış, Bilâl bulmuş. Öğretmenle sana
göndermiş. Ömer aldı deyip beni de yanılttınız. Bir daha emin olmadan kimseyi
suçlama olmaz mı?” dedi sonra sesini alçalttı. “Hoş asıl suçun büyüğü bende ya.
Parmak kadar çocukların sözlerine kandım. Her ne ise. Şimdi ne düşünüyorum
biliyor musun Ahmet? Bu oyuncağı götürüp Ömer’e armağan edelim, ha ne dersin?
Böylece belki bizi bağışlar”.
Ahmet,
(Ömer’e yaptıklarını düşünüp üzüldüğünden olacak) oyuncağın bulunuşuna pek o
kadar sevinemedi. Onu Ömer’e vermeye can-ı gönülden razı oldu.
Ömer,
evde kardeşleri ile oynuyordu. Ahmet’le annesinin geldiğini görünce oyunu
bıraktı, somurtup bir kenara çekildi. Aysel hanım Ömer’in yanına gidip başını
okşadı, yüzünü öptü:
“Bak
yavrum” dedi . Ahmet’in oyuncağı bulundu. Sen suçsuzmuşsun. Bizi bağışla. Şimdi
oyuncağı sana getirdik. Senin olsun”. Ahmet’e dönerek:
“Hadi
Ahmet, sen de gel Ömer’den özür dile”.
Fakat ne
Aysel hanımın sözleri, ne oyuncak ve ne de Ahmet’in af dilemesi Ömer’in yüzünü
güldürebildi. Ömer oyuncağa elini bile sürmedi, tek kelime söylemeden evden
çıkıp kalorifer dairesine gitti.
Aysel
hanım, oyuncağın kaybolduğu günden beri Ömer’in onu kalorifer dairesine
sakladığından kuşkulanmıştı. Merak edip Ömer’in arkasından o da kalorifer
dairesine indi. Ömer eğilmiş, tahtaların arasından bir şeyler çıkarmaya
çalışıyordu. Az sonra doğruldu, elinde tahtadan yapılmış küçük bir araba
duruyordu. Karşısında Aysel hanımı görünce kortku, irkildi. Elindeki oyuncağa
bakıp; “Hiç de ona benzetememişim.” diye mırıldandı.
Aysel
hanım: “Vah benim zavallı yavrum, demek o kadar zamandır bunu yapmak için
buraya geliyordun. Ben de ne sanmıştım.” dedi, gözleri dolu dolu oldu. Ömer’in
başını göğsüne bastırdı, belli etmeden sessizce ağladı.
Sedef
Sokağı’nın bu yalnız çocuğu acaba yeniden eski haline dönebilecek miydi?
Yeniden insanları sevip onlara güvenebilecek miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder