İkisi de aynı şehirde yaşıyordu. Birbirlerini hiç
tanımıyorlardı. Ama bir gün Allah her ikisini de aynı sınavdan geçirdi. Birinin
adı Halil idi, diğerininki Recep.
Halil dindar bir insandı. Malına haram katmaz, doğruluktan
iyilikten şaşmazdı. Tam anlamı ile bir müslümandı. Recep ise dindar değildi.
Üstelik dine de, dindarlara da düşmandı. Gezip tozduğu yerde “sanki dinsizliği
ilk kendisi keşfetmiş, ya da din aleyhinde konuşmaya yalnız o cesaret edebilmiş
ve bu da büyük bir hünermiş gibi” büyük bir gururla ileri geri konuşur, dini
kötülerdi. Eğer karşılaştığı insan dindar birisi ise, aralarında aşağı yukarı
şöyle bir tartışma geçerdi:
Recep, “Efendim” derdi. “Düşünün bir kere; bundan bin,
binbeşyüz yıl önce gelmiş bir dini şimdi hâlâ uygulamaya kalkıyoruz. Olacak şey
mi bu? Akıl mantık alır mı bunu?”
Karşısındaki, “İyi ama biz Allah’a inanıyoruz. Allah
binbeşyüz yıl önce de aynı Allah’tı, bugün de aynı Allah, binbeşyüz yıl sonra
da aynı Allah’tır. Allah herşeyi önceden bildiğine göre, dinimiz bu devre uygun
bir din olmasaydı Allah Kur’anında (Bu din 500 sene geçerlidir ya da bin sene
geçerlidir) diye yazardı. Hem sen neden dinin bu kadar aleyhindedir? Dinimizin
neresi bu devre uymuyor?” diyecek soracak olsa Recep:
“Nasıl olmam dinin aleyhinde. Geri kalmışlığımızın tek
nedeni bu. Biz bu hale neden geldik? Hep din yüzünden.” derdi.
“Allah allah. Din insana doğruluğu, iyiliği öğretir. Yalan
söylemeyin, dedikodu yapmayın, rüşvet yemeyin, iyilik yapın der. Çalışmamızı,
bilgimizi arttırmamızı öğütler. Bütün bunlar mı bizim geri kalmamıza neden
oluyorlar?”
“Peki ya namaz? Bu zamanda beş vakit namaz kılmaya kimin
ayıracak zamanı var? Üstelik de ne lüzum var canım. Yatıp kalkıp da ne
olacaksın?”
“Namazın zararını anlayamıyorum. Kime ne zararı var?
Faydasına gelince; bir insan (ben yıkanmadan da temiz kalabilirim) dese ve
bütün dikkati ile kirlenmemeye çalışsa ne kadar zaman teiz kalabilir? Ancak bir
hafta, bilemedin onbeş gün. Derken çevrenin pisliği ile kirlenir. İşte namaz da
ruhu temizler. İnsan ne kadar dikkat ederse etsin, çevrenin etkisinde kalıp
yanlış yola gidebilir. Ama beş vakit Allah’ın huzuruna çıkan bir insan, eğer
yaptığı ibadeti bilerek yapıyorsa kötülük yapamaz. Namazın tabii başka
faydaları da var. Zaman diyorsun. Teravih namazı dışında en uzun namaz onbeş
dakikayı geçmez. Kaldı ki ikindi namazından başka bütün namazlar mesai haricine
rastlar. Ona da on dakika zaman ayıramazsan, kaza edersin olur biter. Bir şeyi
yapamıyorum diye onu kötülemenin ne anlamı var?”
“Kötülemekmiş. Ben ne namaz kılanları biliyorum ki; nasıl
vergi kaçırıyor, ne dolandırıcılıklar yapıyorlar. Beni söyletme Allah’ını
seversen. Önemli olan vicdandır, vicdan. Ben vicdanlı olduktan sonra namaza
mamaza ne hacet?”
“Namaz kıldığı halde kötülük yapmaya devam edenler vardır
elbet. Ama bu, namazın kötülüğünü göstermez. O adamın kötü olduğunu, dine tam
inanmadığını gösterir. Yoksa namaz ona fenalığı öğretmez, men eder. Hem vicdan,
vicdan diyorsun. Vicdan nedir ki? Bir kısım insanda var olan, bir kısmında
olmayan bir şey mi? Katillerde, hırsızlarda vicdan yok mu? Etrafa şöyle bir
bak. Rüşvet alıp vermek âdet haline gelmiş. Millet çıkarı için ne lâzımsa onu
yapıyor. Onlarda vicdan yok mu? Vicdan, din ile gelişir, temizlenir. Din
olmayınca vicdan zayıf düşer, sesini duyuramaz olur.”
“O zaman da polis var. Devletin kanunu, nizamı var. Onlar
adamın yakasına yapışır. Baksana yabancı ülkelere; adamlar aya gidiyorlar, türlü
türlü buluşlar yapıyorlar, sen burada hâlâ dinden bahsediyorsun”.
“Onlar dinlerine bağlı değiller mi? Astronotlar aydan
döndüğü zaman rahipler dualarla karşıladılar. Filmlerde görüyoruz, parmak kadar
çocuklar Allah’a dua etmeden yemek yemiyorlar, yatıp uyumuyorlar. Pazar günleri
kiliseleri dolup taşıyor”.
Hülâsa ne söylenirse söylensin hiçbir şey Recep’i yola
getiremezdi. Onun dediği dedik, çaldığı düdüktü.
E.... İnsan yönelmedikçe, Allah kalp gözünü açmıyor. Ne
diyelim, Allah şifa versin.
Hani yazımızın başında bahsettiğimiz Halil vardı ya. İşte o,
bir gün işinden evine dönerken yolda sıkıştı. Yakında bir tuvalete gidip işini
bitirdikten sonra lavaboda ellerini yıkarken ayağına bir şey takıldı, eğilip
aldı. Baktı, içi tıklım tıklım para dolu yeşil bir kese. Önce parayı aldığı
yere bırakmayı düşündü, fakat sonra kötü niyetli birinin eline geçer de sahibi
bulamaz diye vazgeçti. Akşama epey zaman vardı, eve biraz geç gitse de olurdu.
Karar verdi, bir iki saat bekleyecekti. Sahibi gelmezse o zaman polise teslim
edecek, ya da kese kendisinde kalmak şartı ile polise durumu bildirip adres
bırakacaktı. Bunu üzerine Halil, tuvaletin kapısının önünde beklemeye koyuldu.
Çok geçmedi, beyaz sakallı bir köylü telaşlı telaşlı gelip tuvalete girdi.
Rengi sapsarı idi. Öyle heyecanlı idi ki sakalı titriyordu. Köylü oraları
araştırırken Halil, yanına yaklaşıp sordu:
“Bir şey mi arıyorsun amca?”
Yaşlı adam üzüntü ile dizlerini dövmeye başladı ve:
“Sorma, sorma evladım. Cüzdanımı düşürdüm. İçinde tam yüzbin
lira vardı. Benim olsa gam yemem. Köyün kooperatifinin parası. Ben şimdi ne
yaparım?”
“Cüzdanın nasıl bir şeydi?”
“Yeşil bir kese. Yoksa, yoksa sen mi buldun?”
Halil cebinden çıkarıp cüzdanı uzattı.
“Al amca, paranı ben buldum. Burada onun için bekliyordum”.
Yaşlı adam bir yandan Halil’in ellerini zorla öpmeye
çalışırken, bir yandan da “Hay Allah senden razı olsun evladım. Allah senden
razı olsun” diyordu. Sonra cebinden kendi cüzdanını çıkardı. İçindeki (yegâne
parası olan) beşyüzlüğü Halil’e uzattı. “Al” dedi. “Bu senin hakkın. Sen daha
fazlasına lâyıksın, artık azımızı çoğa tut”. Halil:
“Yok amca, ben bu kadar az para ile yetinmem. O senin olsun.
Az önce (Allah senden razı olsun) dedin ya , ben işte o mükâfatı alacağım.
Yalnız onu istiyorum.” dedi, sonra da ihtiyarın elini öpüp oradan uzaklaştı.
Halil’in kendisine ait bir evi yoktu. Evinde çamaşır
makinası, buzdolabı yoktu ama içinde anlatılması güç öyle bir sevinç vardı ki
hiçbir şey bu sevincin yerini dolduramazdı.
Gelelim Recep’e...
Recep’in yolunun üstünde bir park vardı. Akşamları işten eve
dönerken bu parkta oturur dinlenirdi. O gün yine parka gitti. Henüz oturmuştu
ki karşıda otların arasında cüzdana benzer bir karartı gördü. Kalkıp baktı,
eski bir cüzdandı. İçini açınca hayretten gözleri yerinden fırladı. Cüzdanda
yaklaşık yüzbin lira vardı. Şimdi ne yapmalıydı Recep? Düşündü; parayı olduğu
yere bıraksa, bir başkası alıp afiyetle yiyecekti. Enayi mi idi o? Polise
teslim etse, ne olur ne olmazdı. Polise adres bırakıp cüzdanı eve götürse,
ondan sonra parasını kaybeden onun kapısını çalacaktı. Belki de bu yüzden başı
belaya bile girebilecekti. Hem canım, bu parayı çalmış değildi ya. Bulmuştu.
Demek ki onun kısmeti idi. Kaybetmeseydi salak. Cebinde böyle yüzbin liraya
yakın para taşıdığına göre kim bilir belki zengin birisi idi. Daha bir sürü
mazeret buldu Recep. Sonra cüzdanı cebine indirdi ve oradan hızla
uzaklaştı. Bu para ile ne zamandır
düşlediği arabayı satın alacaktı.
Recep’in bu kadar düşündüğüne şükür diyeceksiniz. Haklısınız.
Ama o kadar vicdandan söz ediyordu ki; bırakın da yalandan da olsa bu kadarcık
düşünsün.
Aslında para, yeni emekli olmuş dört çocuklu bir memurun
emekli ikramiyesiydi. Adamcağız bu para ile birikmiş borçlarını ödeyecek,
üniversite imtihanlarını kazanmış oğlunu okutacak, karısını on yıllık
mantosundan kurtaracaktı. Arta kalan para ile de küçük bir iş kurup, kazandığı
parayı emekli maaşına katıp geçimini sağlayacaktı.
Para kaybolunca bütün aile günlerce yollara düşüp parayı
aradılar. Sormadıkları ilgili kalmadı, baba üzüntüden yemekten içmekten
kesildi, hasta oldu, oğullarını okutmaktan vazgeçip bir işe koymaya karar
verdiler.
Bir aile böyle perişan olurken Recep, zavallı memurun
otuzbeş yıllık emeğinin karşılığı olan para ile aldığı arabada çalım atıyordu...
Hikâye deyip geçmeyin., hayat böyle olaylarla doludur. Bizce
müslümanlık, insanlığın en önemli yoludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder