18 Ocak 2017 Çarşamba

Yoksul Çoban



        Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, yerden bitti üç cüce. Ben cüceleri görünce; dedim “Halimiz nice?” . Biri dedi “iyice”, biri başını eğdi, öteki içini çekti inceden ince. “Bir masalım var. Dinler misiniz?” deyince, hepsi birden “dinleriiiiiiiz” diye bağırdılar. Koşup, tüm çocukları çağırdılar. Çocuklar bir araya gelince, şaştım kaldım onlardaki sevince. Aralarında sizlere de rastladım. Hiç durmayıp bu masalı anlatmaya başladım.
         Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar bir ülkede yoksul mu yoksul bir çoban yaşarmış. Çoban, sürüsünü sabahtan akşama dek otlatır, karşılık olarak da bir ekmek alırmış. Bu ekmekle hem anacığının karnını doyurur, hem de evdeki kedisine, köpeğine bakarmış.
         Günlerden bir gün, çoban gene sürüsünü otlatmak için kırlara açılmış. Bir de bakmış ki, pek çok çocuk bir yılanı taşlayıp durmuyorlar mı? İyi kalpli çoban yılana çok acımış, onu çoukların elinden kurtarıp bir derenin kenarına bırakmış. O sırada yılan dile gelmiş
         -“Ey insanoğlu. Sen benim hayatımı kurtardın. Ben yılanlar padişahının oğluyum. Dile benden ne dilersin?” demiş. Çoban:
         -“Sağlığınızı dilerim.” diye cevap vermiş. Yılan:
         - “Sen çok iyi kalpli bir insana benziyorsun. Şimdi seni babamın yanına götüreceğim. O da sana (dile benden ne dilersin?) diye sorarsa, sihirli sofrayı iste. Bu sofra öyle bir sofradır ki, “açıl susam açıl, türlü yemekler saçıl” deyince, üstü türlü türlü yemeklerle dolup taşar. Yemekleri bir ordu yese eksilmez. “Kapan susam kapan” deyince de bütün yemekler yok olurlar.” demiş.
         Çoban sürüsünü köpeğine teslim edip yılanla beraber yola koyulmuş. Az gitmişler, uz gitmişler. Azı çoğu Allah bilir. Gide gide yılanlar padişahının sarayına varmışlar. Sarayın kapısında öyle kocaman iki yılan nöbet tutuyormuş ki , çobanın korkudan az kalsın kalbi duracakmış. Neyse ki yılanlar, yılan padişahının oğlunu çobanın yanında görmüşler de ona birşey yapmamışlar, saygı ile eğilip yol vermişler.
         Sarayın içi çok büyükmüş. Tam karşıda üstü elmaslarla, incilerle süslü altın bir taht varmış. Tahtta, belden aşağısı yılan, belden yukarısı insan olan yılanlar padişahı oturuyormuş.  Etrafında da bir sürü yılan ona hizmet ediyorlarmış. Yılanlar padişahı oğlunu görünce:
         -“Nerede kaldın sevgili oğlum? Başına bir şey geldi diye çok korktum.” diye sormuş.
         Padişahın oğlu:
         -“Başıma gelenleri hiç sorma babacığım. Beni az kalsın öldüreceklerdi. Hayatımı bu iyi kalpli çobana borçluyum.”  demiş ve olanları bir bir anlatmış.
         Yılanlar padişahı önce çobana teşekkür etmiş, sonra da:
         -“Sen benim oğlumun hayatını kurtardın. Dile benden ne dilersin?” diye sormuş. Çoban:
         -“Sağlığınızı dilerim .” demiş. Padişah:
         -“Olmaz öyle şey. Bir şey dile, ne dilersen sana onu vereceğim.” diye ısrar etmiş. Çoban da:
         -“Öyle ise sihirli sofrayı isterim.” demiş.
         Yılanlar padişahı acı acı gülmüş ve:
         -“Ey insanoğlu, sen bunu bilmezdin. Sana bunu birisi öğretmiş olmalı. Banden öyle birşey istedin ki, söz vermeseydim canımı verir, sofrayı vermezdim. Ama bir kere söz verdim. Al götür hayrını gör.” deyip sofrayı vermiş.
         Çoban teşekkür edip sürüsünün yanına dönmüş. Meğer köpek sürüye öyle güzel bakmış, öyle güzel bakmış ki bu arada sürünün en akıllısı mor koyun bile çobanın yokluğunu fark edememiş.
         Çoban eve biraz geç dönünce, bakmış ihtiyar anacığı aç bîlaç, iki gözü iki çeşme ağlayıp durmuyor mu? Yaşlı kadın oğluna:
         -“Aman oğlum nerelerde kaldın? Kurda kuşa yem oldun diye çok korktum.” demiş.
         Çoban başından geçenleri anlatıp, sonra da sofrayı çıkarmış.
         -“Açıl susam açıl, türlü yemekler saçıl” demiş. Der demez bir de bakmışlar sofra yemeklerle öyle dolup taşmış, öyle dolup taşmış ki, çoban da anası da bu yaşa gelmiş geleli ne böyle bir sofra görmüşler, ne de göreni duymuşlar. Her türlü tatlıdan tutun da, çeşit çeşit meyveler, çorbalar, börekler, pilavlar, kızartmalar varmış. Önce bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Sonra da çoban, kedisini köpeğini yedirmiş içirmiş, onların da gönlünü almış. Ve
         -“Kapan susam kapan” demiş. Bütün yemekler bir anda ortadan kaybolmuşlar.
         Eh.... Karınları doydu diye çoban, aylak aylak gezecek değil ya,  gene çobanlık yapmaya devam etmiş.
         Birgün çoban sürüsünü otlatırken, yaşlı bir adam  gelip çobana:
         -“Oğlum, kaç gündür ağzıma bir lokma ekmek koymadım. Yiyecek birşeyin var mı?” diye sormuş. Çoban:
         -“Olmaz olur mu dedeciğim?” deyip sofrayı çıkarmış.”Açıl susam açıl, türlü türlü yemekler saçıl” diyerek ihtiyara güzel bir ziyafet çekmiş. İhtiyar yemiş, içmiş, giderken:
         -“Sağol oğlum. Sen benim karnımı doyurdun, ben de sana şu bastonumu armağan ediyorum.” demiş. Çoban:
         -“Bu baston ne işe yarar?” diye sorunca, ihtiyar:
         -“Bir haksızlığa uğradığın zaman bastona, “git o adamı döv” dersin. O da döver, gene sana döner. Sen bir çobansın. Kurdun kuşun içinde yaşıyorsun. Başın sıkıştıkça kullanırsın.” demiş ve çobana veda edip gitmiş. Çoban da ihtiyarın öğüdünü dinlemiş ve bastonunu yanından hiç ayırmamış.
         Aradan günler geçmiş. Bir gün çoban kavalını çalarken birisinin, “imdaaaat, imdaaaaat!” diye bağırdığını işitmiş. Sesin geldiği tarafa gitmiş. Bakmış, 7-8 haydut  bir adamın, bir yandan yüzüğünü çıkarmaya çalışıyorlar, diğer yandan adamı kıyasıya dövüyorlar. Çobanın aklına sihirli bastonu gelmiş. Hemen bastonunu eline alıp:
         -“Ey sihirli baston! Git haydutları döv. Şu zavallı adamı onların elinden kurtar.” demiş. Sihirli baston gidip haydutları bir güzel dövmüş  ve adamı kurtarmış. Dövülen adam çobana:
         -“Sağol kardeşim. Sen olmasaydın bu adamlar beni öldüreceklerdi. Sen benim hayatımı kurtardın. Ben de sana bu sihirli yüzüğü armağan ediyorum.” demiş. Çoban:
         -“Aman nasıl olur? Az önce o yüzük için az kalsın canından olacaktın. Şimdi bana veriyorsun.” deyice adam:
         -“O bir sihirli yüzüktür. Parmağından çıkarıp öpersen, içinden kocaman bir dev çıkar. Bu dev her istediğini yapar. Tekrar öptüğün zaman da dev ortadan kaybolur. Sen olmasaydın bu kötü adamlar beni öldürüp yüzüğü elimden alacaklardı. Kimbilir ne kötü işlerde kullanıp fenalıklar yapacaklardı. Ben bunu koruyamıyorum. Senin olsun. Hiç olmazsa, iyi bir insanın elinde diye içim rahat eder. Hem onu sihirli sopanla koruyabilirsin.” demiş.
         Çoban yüzüğü alıp adama teşekkür etmiş. Adam da veda edip gitmiş.
         Çoban eve dönerken, bakmış yolda bir kalabalık, bir kalabalık ki adım atmak mümkün değil. Yanındakilere:
         -“Ne oluyor? Bu kalabalık da ne?” diye sormuş.
         -“Padişahın kızı geçiyor, biz de onu görmek için buraya toplandık.” demişler. Az sonra, muhafızların güçlükle açtıkları yoldan, bir arabanın içinde padişahın güzeller güzeli kızı geçmiş. Çoban, kızı görür görmez aşık olmuş. O günden sonra, yemeden içmeden kesilmiş. Yüzünün güldüğünü gören olmamış. Çobanın anasını bir üzüntüdür almış. “Bu çocuğa ne oldu? Yoksa hasta mı?” diye başlamış kara kara düşünmeye. Daha fazla dayanamamış. Oğluna:
         -“Oğlum sana ne oldu? Bir derdin mi var? Derdini söylemeyen derman bulamaz. Hadi söyle bana, belki bir çaresini bulurum.” demiş. Çoban:
         -“Ah... Anacığım, derdim öyle bir dert ki, kimse çare bulamaz.” diye iç geçirmiş. Annesi ısrar edince de olanları anlatmış. Annesi:
         -“İlahi oğlum, bunda üzülecek ne var? Gidip padişahtan kızını isterim. Padişah senden yakışıklısını, senden iyisini mi bulacak?”. Çoban:
         -“Ah anacığım. Ben bir çobanım. O ise bir padişah kızı. Hiç bana verirler mi? Belki de padişah, kızı istemeye gittiğinde seni kovar.” demiş.
         -“Kovarsa, o padişahlığından utansın. Bir kızı herkes ister. Bu günden tezi yok, gidip padişahtan kızını isteyeceğim.” deyip saraya gitmiş.
         Meğer padişah, kızını vezirin oğlu ile evlendirmek istermiş. Yaşlı kadının, kızını çobana istemek için geldiğini duyunca, içinden çok kızmış. Ama kızdığını da belli etmek istememiş. Bir kurnazlık düşünmüş.
         -“Nineciğim” demiş. “Kızımı oğluna veririm. Yanlız üç şartım var. Eğer oğlun şartlarımı yerine getirebilirse bu iş olur, yoksa olmaz.”
         Çobanın annesi:
         -“Şartlarınız ne ise söyleyiniz efendimiz. Eğer elimizden gelen bir şeyse yaparız. Yoksa, kısmet değilmiş der gideriz.” demiş. Padişah:
         -“Önce birinci şartımı söyleyeceğim. Biliyorsunuz ülkemiz yoksulu bol bir ülkedir. Eğer ülkedeki bütün yoksulları bir öğün doyurabilirseniz ikinci şartımı da söylerim. Doyuramazsanız, ülkemdeki yoksulların karnını bir öğün bile doyuramayan birisine kızımı nasıl verebilirim?” Çobanın annesi:
         -“Hay hay padişahım. Bundan kolay ne var? Yalnız bu yoksullara ziyafeti nerede verelim? “ diye sorunca:
         -“Benim sarayımın salonlarında. Böylece bütün yoksulların karınlarının doyup doymadığını gözlerimle görmüş olurum.” demiş.
         Ertesi gün çobanla annesi sihirli sofrayı da yanlarına alıp saraya gitmişler. Çoban, “Açıl susam açıl, türlü türlü yemekler saçıl” demiş. Sofra gene yemeklerle dolup taşmış. Değil bir öğün, sabahtan akşama kadar gelen yemiş, giden yemiş. Nerede ise bütün ülke halkı karnını doyurmuş da sofradaki, yemeklerden eksilen olmamış. Padişah bu işe pek şaşırmış:
         -“Ben koca bir ülkenin padişahıyım. Bu yaşıma geldim, bu kadar yemeği birarada görmedim.” demiş. Sonra da çobana:
         -“Birinci şartımı, istediğimden de güzel yerine getirdin. Seni kutlarım. Şimdi sıra ikinci şartta. Bakalım onun da üstesinden gelebilecek misin?” demiş. Çoban:
         -“Emredersiniz padişahım.” deyince:
         -“Benim yedi tane yırtıcı kaplanım var. Şimdi seni onların yanına koyacağım. Bir saat sonra gelip bakacağım. Eğer onların yanından sağ çıkabilirsen, üçüncü şartımı söylerim. Yoksa, yedi kaplanla başedemeyen birine kızımı nasıl verebilirim?” demiş. Çoban:
         -“Emredersiniz padişahım.” demiş.
         Çoban hemen sihirli bastonunu almış, kaplanların bulunduğu yere girmiş. Padişah da, çobana kimsenin yardımı olmasın diye kapıyı sıkı sıkı kapatmış.
         Çoban kaplanlarla yalnız kalınca, bastonuna:”Ey benim sihirli bastonum. Şu kaplanları öyle döv ki hiç biri bana saldıramasın” demiş. Sihirli baston da çobanın emrini yerine getirmiş, kısa zamanda kaplanları döve döve zararsız hale sokmuş.
         Aradan bir saat geçince padişah gidip kapıyı açmış. Çobanın en küçük bir sıyrık bile almadan tüm kaplanları yendiğini görünce, şaşkınlığı büsbütün artmış.
         Çoban:
         -“ Padişahım, üçüncü şartınız nedir? Onu da söyler misiniz?” demiş. Padişah:
         -“Ben koca bir ülkenin padişahıyım. Kızımın küçük bir kulübede oturmasına gönlüm nasıl razı olur? Yarın sabah kalktığımda, sarayımın karşısında öyle bir saray göreyim ki, benim sarayım o sarayın yanında küçük kalsın.” demiş. Çoban:
         -“Başüstüne padişahım”. deyip kulübesine dönmüş.
         Gece herkes uykuya dalınca sihirli yüzüğünü çıkarıp öpmüş. Yüzüğün içinden öyle bir dev çıkmış ki; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte. Çoban:
         -“Ey sevgili dev! Git, padişahın sarayının karşısına o kadar büyük bir saray yap ki; padişahın sarayı, onun yanında kulübe gibi kalsın. Onun sarayından güzel, onun sarayından büyük olsun. İçi de aşçılarla, cariyelerle, uşaklarla dolsun.”
         Ertesi gün, padişah uyanınca bakmış odanın içi karanlık. Kendi kendine:
         -“Her halde yağmur yağacak. Hava bulutlu.” deyip gitmiş pencereden dışarıya bakmış. Bir de ne görsün? Karşıda öyle bir saray duruyor ki, kendi sarayı onun yanında hiç kalır. Sarayın yüksekliğinden,  padişahın sarayına güneş bile giremiyor.
         Padişah üçüncü şartının da yerine getirildiğini görünce, çarnâçar kızını çobana vermeye razı olmuş. Böylece kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Padişahın kızı da çoban da çok mesut olmuşlar.
         Bu arada, vezirin kötü kalpli oğlu bir yolunu bulup çobanın bütün sırlarını öğrenmiş. Bir gün çoban, ellerini yıkamak için yüzüğü parmağından çıkarıp yanına koyunca gizlice almış. Gece olunca da yüzüğü öpüp devi çağırmış. Deve:
         -“Ey dev! Git çobanı saraydan çıkar, bir çöplüğe at. İçindekilerle birlikte sarayı ve beni ıssız bir adaya götür.” demiş.
         Sabahleyin çoban uyanınca bir de bakmış ki pis kokulu bir çöplükte yatmıyor mu? Başına gelenleri hemen anlamış. Ama elinden ne gelir? Sarayla beraber hem sihirli bastonu, hem de sihirli sofrası gitmiş.
         Çoban üzgün üzgün eski kulübesinin yolunu tutmuş. Günlerce yememiş, içmemiş. Yaşlı annesi ile çaresizlik içinde kıvranıp durmuşlar. Derken padişah da, “Kızımı kırk güne kadar bulsunlar, yoksa ölümden ölüm beğensinler          .” diye haber salınca, üzüntüleri bir kat daha artmış.
         Çobanla anası düşüne dursunlar, çobanın kedisi ile köpeği de bu arada boş durmamışlar. “Belki sahibimizin derdine bir çare buluruz” diye yollara düşmüşler. Birkaç gün o ülke senin, bu ülke benim dolaşıp durmuşlar. Derken önlerine bir deniz çıkmış. Denizin ortasında da bir ada görünüyormuş. Köpek kediye:
         -“Hadi sırtıma çık, şu adaya gidelim. Belki aradığımızı orada buluruz.” demiş. Kedi, köpeğin sırtına binmiş, yüze yüze adaya çıkmışlar. Bir de bakmışlar ki, gerçekten de sahiplerinin sarayı adanın ortasında durmuyor mu? Bir sevinmişler bir sevinmişler ki sormayın. Kedi hemen bir yolunu bulup saraya girmiş. Bakmış ki bir yanda padişahın kızı iki gözü ikiçeşme ağlıyor. Kedi sihirli yüzüğün yerini öğrenmek için vezirin oğlunu gizlice izlemeye başlamış. Nereye gitse arkasından gitmiş. Derken vezirin oğlunun yüzüğü dilinin altına sakladığını öğrenmiş. Geceyi zor etmiş. Herkes uykuya dalınca kilere gidip küçük bir fare yakalamış. Fare:
         -“Kedi kardeş kıyma bana. Canımı bağışla.” diye yalvarmış. Kedi:
         -“Canını bağışlarım, ama bir şartım var. Dediklerimi yapacaksın. Yoksa seni bir lokmada yutuveririm. Şimdi mutfağa git, kuyruğunu bibere batır, sonra da vezirin oğlunun burnuna bibere bulanmış kuyruğunu sok.” demiş.
         Fare, kedinin söylediklerini aynen yapmış. Bibere batırdığı kuyruğunu, yarağında mışıl mışıl uyuyan vezirin oğlunun burnuna sokmuş. Sokması ile vezirin oğlu öyle bir aksırmış ki ağzındaki yüzük gelip tam kedinin önüne düşmüş.
         Kedinin yüzüğü kapması ile köpeğin yanına koşması bir olmuş. Köpek:
         -“Kedi kardeş, yüzüğü bana ver, denizden geçinceye kadar ben taşıyayım. Sen balıkları görünce dayanamazsın, yakalamaya kalkarsın, bu arada yüzük düşebilir.” demiş. Kedi:
         -“Olmaz yüzüğü ben taşıyacağım.” diye tutturunca köpek çaresiz razı olmuş. Kedi yine köpeğin sırtına binmiş, böylece denize açılmışlar. Tam denizin ortasına geldiklerinde kedi bir balık görmüş. Bir anda ağzındaki yüzüğü unutmuş, balığı yakalamak isterken yüzüğü denize düşürüvermiş. Kedi yaptığına bin pişman, karaya çıkmışlar. “Şimdi ne yapacağız, sahibimizi nasıl kurtaracağız?” diye başlamışlar kara kara düşünmeye. Karınları da fena halde acıkmış. Az ileride bir balıkçı balık avlıyormuş. Köpek, balıkçının tuttuğu balıklardan birini gizlice kapıp getirmiş. Beraberce yemeğe başlamışlar. Meğer denize düşürdükleri sihirli yüzük bu balığın karnında değil miymiş? Kedi yüzüğü gene ağzına almış, önde kedi arkada köpek, koşa koşa kulübeye varmışlar. Çoban o sırada evde imiş. Annesine:
         -“Ah anneciğim! Padişahın verdiği süre bitmek üzere. Bugün otuzdokuzuncu gün. Yarın padişah bizi öldürecek. Elimizden de birşey gelmiyor.” diye yakınıyormuş ki, kedi hemen çobanın kucağına çıkmış, yüzüğü eline bırakmış. Çoban yüzüğü görünce gözlerine inanamamış. Hemen yüzüğü öpüp devi çağırmış. Deve:
         -“Çabuk sarayı getir, eski yerine koy.” diye emir vermiş.
         Padişah, vezirin oğlunun kötülüklerini kızından öğrenince çobana yaptıklarından ötürü çok pişman olmuş.
         O günden sonra çoban annesini, köpeğini ve kedisini saraya almış, mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar ermiş muradına...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder