Evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde, yerden bitti üç cüce. Ben cüceleri görünce; dedim “Halimiz nice?”
. Biri dedi “iyice”, biri başını eğdi, öteki içini çekti inceden ince. “Bir
masalım var. Dinler misiniz?” deyince, hepsi birden “dinleriiiiiiiz” diye
bağırdılar. Koşup, tüm çocukları çağırdılar. Çocuklar bir araya gelince, şaştım
kaldım onlardaki sevince. Aralarında sizlere de rastladım. Hiç durmayıp bu
masalı anlatmaya başladım.
Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar bir ülkede yoksul mu
yoksul bir çoban yaşarmış. Çoban, sürüsünü sabahtan akşama dek otlatır,
karşılık olarak da bir ekmek alırmış. Bu ekmekle hem anacığının karnını doyurur,
hem de evdeki kedisine, köpeğine bakarmış.
Günlerden bir gün, çoban gene sürüsünü otlatmak için kırlara
açılmış. Bir de bakmış ki, pek çok çocuk bir yılanı taşlayıp durmuyorlar mı?
İyi kalpli çoban yılana çok acımış, onu çoukların elinden kurtarıp bir derenin
kenarına bırakmış. O sırada yılan dile gelmiş
-“Ey insanoğlu. Sen benim hayatımı kurtardın. Ben yılanlar
padişahının oğluyum. Dile benden ne dilersin?” demiş. Çoban:
-“Sağlığınızı dilerim.” diye cevap vermiş. Yılan:
- “Sen çok iyi kalpli bir insana benziyorsun. Şimdi seni
babamın yanına götüreceğim. O da sana (dile benden ne dilersin?) diye sorarsa,
sihirli sofrayı iste. Bu sofra öyle bir sofradır ki, “açıl susam açıl, türlü
yemekler saçıl” deyince, üstü türlü türlü yemeklerle dolup taşar. Yemekleri bir
ordu yese eksilmez. “Kapan susam kapan” deyince de bütün yemekler yok olurlar.”
demiş.
Çoban sürüsünü köpeğine teslim edip yılanla beraber yola
koyulmuş. Az gitmişler, uz gitmişler. Azı çoğu Allah bilir. Gide gide yılanlar
padişahının sarayına varmışlar. Sarayın kapısında öyle kocaman iki yılan nöbet
tutuyormuş ki , çobanın korkudan az kalsın kalbi duracakmış. Neyse ki yılanlar,
yılan padişahının oğlunu çobanın yanında görmüşler de ona birşey yapmamışlar,
saygı ile eğilip yol vermişler.
Sarayın içi çok büyükmüş. Tam karşıda üstü elmaslarla,
incilerle süslü altın bir taht varmış. Tahtta, belden aşağısı yılan, belden
yukarısı insan olan yılanlar padişahı oturuyormuş. Etrafında da bir sürü yılan ona hizmet
ediyorlarmış. Yılanlar padişahı oğlunu görünce:
-“Nerede kaldın sevgili oğlum? Başına bir şey geldi diye çok
korktum.” diye sormuş.
Padişahın oğlu:
-“Başıma gelenleri hiç sorma babacığım. Beni az kalsın
öldüreceklerdi. Hayatımı bu iyi kalpli çobana borçluyum.” demiş ve olanları bir bir anlatmış.
Yılanlar padişahı önce çobana teşekkür etmiş, sonra da:
-“Sen benim oğlumun hayatını kurtardın. Dile benden ne
dilersin?” diye sormuş. Çoban:
-“Sağlığınızı dilerim .” demiş. Padişah:
-“Olmaz öyle şey. Bir şey dile, ne dilersen sana onu
vereceğim.” diye ısrar etmiş. Çoban da:
-“Öyle ise sihirli sofrayı isterim.” demiş.
Yılanlar padişahı acı acı gülmüş ve:
-“Ey insanoğlu, sen bunu bilmezdin. Sana bunu birisi
öğretmiş olmalı. Banden öyle birşey istedin ki, söz vermeseydim canımı verir,
sofrayı vermezdim. Ama bir kere söz verdim. Al götür hayrını gör.” deyip
sofrayı vermiş.
Çoban teşekkür edip sürüsünün yanına dönmüş. Meğer köpek
sürüye öyle güzel bakmış, öyle güzel bakmış ki bu arada sürünün en akıllısı mor
koyun bile çobanın yokluğunu fark edememiş.
Çoban eve biraz geç dönünce, bakmış ihtiyar anacığı aç
bîlaç, iki gözü iki çeşme ağlayıp durmuyor mu? Yaşlı kadın oğluna:
-“Aman oğlum nerelerde kaldın? Kurda kuşa yem oldun diye çok
korktum.” demiş.
Çoban başından geçenleri anlatıp, sonra da sofrayı çıkarmış.
-“Açıl susam açıl, türlü yemekler saçıl” demiş. Der demez
bir de bakmışlar sofra yemeklerle öyle dolup taşmış, öyle dolup taşmış ki,
çoban da anası da bu yaşa gelmiş geleli ne böyle bir sofra görmüşler, ne de
göreni duymuşlar. Her türlü tatlıdan tutun da, çeşit çeşit meyveler, çorbalar,
börekler, pilavlar, kızartmalar varmış. Önce bir güzel karınlarını doyurmuşlar.
Sonra da çoban, kedisini köpeğini yedirmiş içirmiş, onların da gönlünü almış.
Ve
-“Kapan susam kapan” demiş. Bütün yemekler bir anda ortadan
kaybolmuşlar.
Eh.... Karınları doydu diye çoban, aylak aylak gezecek değil
ya, gene çobanlık yapmaya devam etmiş.
Birgün çoban sürüsünü otlatırken, yaşlı bir adam gelip çobana:
-“Oğlum, kaç gündür ağzıma bir lokma ekmek koymadım. Yiyecek
birşeyin var mı?” diye sormuş. Çoban:
-“Olmaz olur mu dedeciğim?” deyip sofrayı çıkarmış.”Açıl
susam açıl, türlü türlü yemekler saçıl” diyerek ihtiyara güzel bir ziyafet
çekmiş. İhtiyar yemiş, içmiş, giderken:
-“Sağol oğlum. Sen benim karnımı doyurdun, ben de sana şu bastonumu
armağan ediyorum.” demiş. Çoban:
-“Bu baston ne işe yarar?” diye sorunca, ihtiyar:
-“Bir haksızlığa uğradığın zaman bastona, “git o adamı döv”
dersin. O da döver, gene sana döner. Sen bir çobansın. Kurdun kuşun içinde
yaşıyorsun. Başın sıkıştıkça kullanırsın.” demiş ve çobana veda edip gitmiş. Çoban
da ihtiyarın öğüdünü dinlemiş ve bastonunu yanından hiç ayırmamış.
Aradan günler geçmiş. Bir gün çoban kavalını çalarken
birisinin, “imdaaaat, imdaaaaat!” diye bağırdığını işitmiş. Sesin geldiği
tarafa gitmiş. Bakmış, 7-8 haydut bir
adamın, bir yandan yüzüğünü çıkarmaya çalışıyorlar, diğer yandan adamı kıyasıya
dövüyorlar. Çobanın aklına sihirli bastonu gelmiş. Hemen bastonunu eline alıp:
-“Ey sihirli baston! Git haydutları döv. Şu zavallı adamı
onların elinden kurtar.” demiş. Sihirli baston gidip haydutları bir güzel
dövmüş ve adamı kurtarmış. Dövülen adam
çobana:
-“Sağol kardeşim. Sen olmasaydın bu adamlar beni
öldüreceklerdi. Sen benim hayatımı kurtardın. Ben de sana bu sihirli yüzüğü
armağan ediyorum.” demiş. Çoban:
-“Aman nasıl olur? Az önce o yüzük için az kalsın canından
olacaktın. Şimdi bana veriyorsun.” deyice adam:
-“O bir sihirli yüzüktür. Parmağından çıkarıp öpersen,
içinden kocaman bir dev çıkar. Bu dev her istediğini yapar. Tekrar öptüğün
zaman da dev ortadan kaybolur. Sen olmasaydın bu kötü adamlar beni öldürüp
yüzüğü elimden alacaklardı. Kimbilir ne kötü işlerde kullanıp fenalıklar
yapacaklardı. Ben bunu koruyamıyorum. Senin olsun. Hiç olmazsa, iyi bir insanın
elinde diye içim rahat eder. Hem onu sihirli sopanla koruyabilirsin.” demiş.
Çoban yüzüğü alıp adama teşekkür etmiş. Adam da veda edip
gitmiş.
Çoban eve dönerken, bakmış yolda bir kalabalık, bir
kalabalık ki adım atmak mümkün değil. Yanındakilere:
-“Ne oluyor? Bu kalabalık da ne?” diye sormuş.
-“Padişahın kızı geçiyor, biz de onu görmek için buraya
toplandık.” demişler. Az sonra, muhafızların güçlükle açtıkları yoldan, bir
arabanın içinde padişahın güzeller güzeli kızı geçmiş. Çoban, kızı görür görmez
aşık olmuş. O günden sonra, yemeden içmeden kesilmiş. Yüzünün güldüğünü gören
olmamış. Çobanın anasını bir üzüntüdür almış. “Bu çocuğa ne oldu? Yoksa hasta
mı?” diye başlamış kara kara düşünmeye. Daha fazla dayanamamış. Oğluna:
-“Oğlum sana ne oldu? Bir derdin mi var? Derdini söylemeyen
derman bulamaz. Hadi söyle bana, belki bir çaresini bulurum.” demiş. Çoban:
-“Ah... Anacığım, derdim öyle bir dert ki, kimse çare
bulamaz.” diye iç geçirmiş. Annesi ısrar edince de olanları anlatmış. Annesi:
-“İlahi oğlum, bunda üzülecek ne var? Gidip padişahtan
kızını isterim. Padişah senden yakışıklısını, senden iyisini mi bulacak?”.
Çoban:
-“Ah anacığım. Ben bir çobanım. O ise bir padişah kızı. Hiç
bana verirler mi? Belki de padişah, kızı istemeye gittiğinde seni kovar.”
demiş.
-“Kovarsa, o padişahlığından utansın. Bir kızı herkes ister.
Bu günden tezi yok, gidip padişahtan kızını isteyeceğim.” deyip saraya gitmiş.
Meğer padişah, kızını vezirin oğlu ile evlendirmek istermiş.
Yaşlı kadının, kızını çobana istemek için geldiğini duyunca, içinden çok
kızmış. Ama kızdığını da belli etmek istememiş. Bir kurnazlık düşünmüş.
-“Nineciğim” demiş. “Kızımı oğluna veririm. Yanlız üç şartım
var. Eğer oğlun şartlarımı yerine getirebilirse bu iş olur, yoksa olmaz.”
Çobanın annesi:
-“Şartlarınız ne ise söyleyiniz efendimiz. Eğer elimizden
gelen bir şeyse yaparız. Yoksa, kısmet değilmiş der gideriz.” demiş. Padişah:
-“Önce birinci şartımı söyleyeceğim. Biliyorsunuz ülkemiz
yoksulu bol bir ülkedir. Eğer ülkedeki bütün yoksulları bir öğün
doyurabilirseniz ikinci şartımı da söylerim. Doyuramazsanız, ülkemdeki
yoksulların karnını bir öğün bile doyuramayan birisine kızımı nasıl
verebilirim?” Çobanın annesi:
-“Hay hay padişahım. Bundan kolay ne var? Yalnız bu
yoksullara ziyafeti nerede verelim? “ diye sorunca:
-“Benim sarayımın salonlarında. Böylece bütün yoksulların
karınlarının doyup doymadığını gözlerimle görmüş olurum.” demiş.
Ertesi gün çobanla annesi sihirli sofrayı da yanlarına alıp
saraya gitmişler. Çoban, “Açıl susam açıl, türlü türlü yemekler saçıl” demiş.
Sofra gene yemeklerle dolup taşmış. Değil bir öğün, sabahtan akşama kadar gelen
yemiş, giden yemiş. Nerede ise bütün ülke halkı karnını doyurmuş da sofradaki,
yemeklerden eksilen olmamış. Padişah bu işe pek şaşırmış:
-“Ben koca bir ülkenin padişahıyım. Bu yaşıma geldim, bu
kadar yemeği birarada görmedim.” demiş. Sonra da çobana:
-“Birinci şartımı, istediğimden de güzel yerine getirdin.
Seni kutlarım. Şimdi sıra ikinci şartta. Bakalım onun da üstesinden gelebilecek
misin?” demiş. Çoban:
-“Emredersiniz padişahım.” deyince:
-“Benim yedi tane yırtıcı kaplanım var. Şimdi seni onların
yanına koyacağım. Bir saat sonra gelip bakacağım. Eğer onların yanından sağ
çıkabilirsen, üçüncü şartımı söylerim. Yoksa, yedi kaplanla başedemeyen birine
kızımı nasıl verebilirim?” demiş. Çoban:
-“Emredersiniz padişahım.” demiş.
Çoban hemen sihirli bastonunu almış, kaplanların bulunduğu
yere girmiş. Padişah da, çobana kimsenin yardımı olmasın diye kapıyı sıkı sıkı
kapatmış.
Çoban kaplanlarla yalnız kalınca, bastonuna:”Ey benim
sihirli bastonum. Şu kaplanları öyle döv ki hiç biri bana saldıramasın” demiş.
Sihirli baston da çobanın emrini yerine getirmiş, kısa zamanda kaplanları döve
döve zararsız hale sokmuş.
Aradan bir saat geçince padişah gidip kapıyı açmış. Çobanın
en küçük bir sıyrık bile almadan tüm kaplanları yendiğini görünce, şaşkınlığı
büsbütün artmış.
Çoban:
-“ Padişahım, üçüncü şartınız nedir? Onu da söyler misiniz?”
demiş. Padişah:
-“Ben koca bir ülkenin padişahıyım. Kızımın küçük bir
kulübede oturmasına gönlüm nasıl razı olur? Yarın sabah kalktığımda, sarayımın
karşısında öyle bir saray göreyim ki, benim sarayım o sarayın yanında küçük
kalsın.” demiş. Çoban:
-“Başüstüne padişahım”. deyip kulübesine dönmüş.
Gece herkes uykuya dalınca sihirli yüzüğünü çıkarıp öpmüş.
Yüzüğün içinden öyle bir dev çıkmış ki; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte.
Çoban:
-“Ey sevgili dev! Git, padişahın sarayının karşısına o kadar
büyük bir saray yap ki; padişahın sarayı, onun yanında kulübe gibi kalsın. Onun
sarayından güzel, onun sarayından büyük olsun. İçi de aşçılarla, cariyelerle,
uşaklarla dolsun.”
Ertesi gün, padişah uyanınca bakmış odanın içi karanlık.
Kendi kendine:
-“Her halde yağmur yağacak. Hava bulutlu.” deyip gitmiş
pencereden dışarıya bakmış. Bir de ne görsün? Karşıda öyle bir saray duruyor
ki, kendi sarayı onun yanında hiç kalır. Sarayın yüksekliğinden, padişahın sarayına güneş bile giremiyor.
Padişah üçüncü şartının da yerine getirildiğini görünce,
çarnâçar kızını çobana vermeye razı olmuş. Böylece kırk gün kırk gece düğün
yapmışlar. Padişahın kızı da çoban da çok mesut olmuşlar.
Bu arada, vezirin kötü kalpli oğlu bir yolunu bulup çobanın
bütün sırlarını öğrenmiş. Bir gün çoban, ellerini yıkamak için yüzüğü
parmağından çıkarıp yanına koyunca gizlice almış. Gece olunca da yüzüğü öpüp
devi çağırmış. Deve:
-“Ey dev! Git çobanı saraydan çıkar, bir çöplüğe at. İçindekilerle
birlikte sarayı ve beni ıssız bir adaya götür.” demiş.
Sabahleyin çoban uyanınca bir de bakmış ki pis kokulu bir
çöplükte yatmıyor mu? Başına gelenleri hemen anlamış. Ama elinden ne gelir?
Sarayla beraber hem sihirli bastonu, hem de sihirli sofrası gitmiş.
Çoban üzgün üzgün eski kulübesinin yolunu tutmuş. Günlerce
yememiş, içmemiş. Yaşlı annesi ile çaresizlik içinde kıvranıp durmuşlar. Derken
padişah da, “Kızımı kırk güne kadar bulsunlar, yoksa ölümden ölüm beğensinler .” diye haber salınca, üzüntüleri bir
kat daha artmış.
Çobanla anası düşüne dursunlar, çobanın kedisi ile köpeği de
bu arada boş durmamışlar. “Belki sahibimizin derdine bir çare buluruz” diye
yollara düşmüşler. Birkaç gün o ülke senin, bu ülke benim dolaşıp durmuşlar.
Derken önlerine bir deniz çıkmış. Denizin ortasında da bir ada görünüyormuş.
Köpek kediye:
-“Hadi sırtıma çık, şu adaya gidelim. Belki aradığımızı
orada buluruz.” demiş. Kedi, köpeğin sırtına binmiş, yüze yüze adaya çıkmışlar.
Bir de bakmışlar ki, gerçekten de sahiplerinin sarayı adanın ortasında durmuyor
mu? Bir sevinmişler bir sevinmişler ki sormayın. Kedi hemen bir yolunu bulup
saraya girmiş. Bakmış ki bir yanda padişahın kızı iki gözü ikiçeşme ağlıyor.
Kedi sihirli yüzüğün yerini öğrenmek için vezirin oğlunu gizlice izlemeye
başlamış. Nereye gitse arkasından gitmiş. Derken vezirin oğlunun yüzüğü dilinin
altına sakladığını öğrenmiş. Geceyi zor etmiş. Herkes uykuya dalınca kilere
gidip küçük bir fare yakalamış. Fare:
-“Kedi kardeş kıyma bana. Canımı bağışla.” diye yalvarmış.
Kedi:
-“Canını bağışlarım, ama bir şartım var. Dediklerimi
yapacaksın. Yoksa seni bir lokmada yutuveririm. Şimdi mutfağa git, kuyruğunu
bibere batır, sonra da vezirin oğlunun burnuna bibere bulanmış kuyruğunu sok.”
demiş.
Fare, kedinin söylediklerini aynen yapmış. Bibere batırdığı
kuyruğunu, yarağında mışıl mışıl uyuyan vezirin oğlunun burnuna sokmuş. Sokması
ile vezirin oğlu öyle bir aksırmış ki ağzındaki yüzük gelip tam kedinin önüne
düşmüş.
Kedinin yüzüğü kapması ile köpeğin yanına koşması bir olmuş.
Köpek:
-“Kedi kardeş, yüzüğü bana ver, denizden geçinceye kadar ben
taşıyayım. Sen balıkları görünce dayanamazsın, yakalamaya kalkarsın, bu arada
yüzük düşebilir.” demiş. Kedi:
-“Olmaz yüzüğü ben taşıyacağım.” diye tutturunca köpek
çaresiz razı olmuş. Kedi yine köpeğin sırtına binmiş, böylece denize
açılmışlar. Tam denizin ortasına geldiklerinde kedi bir balık görmüş. Bir anda
ağzındaki yüzüğü unutmuş, balığı yakalamak isterken yüzüğü denize düşürüvermiş.
Kedi yaptığına bin pişman, karaya çıkmışlar. “Şimdi ne yapacağız, sahibimizi
nasıl kurtaracağız?” diye başlamışlar kara kara düşünmeye. Karınları da fena
halde acıkmış. Az ileride bir balıkçı balık avlıyormuş. Köpek, balıkçının
tuttuğu balıklardan birini gizlice kapıp getirmiş. Beraberce yemeğe
başlamışlar. Meğer denize düşürdükleri sihirli yüzük bu balığın karnında değil
miymiş? Kedi yüzüğü gene ağzına almış, önde kedi arkada köpek, koşa koşa
kulübeye varmışlar. Çoban o sırada evde imiş. Annesine:
-“Ah anneciğim! Padişahın verdiği süre bitmek üzere. Bugün
otuzdokuzuncu gün. Yarın padişah bizi öldürecek. Elimizden de birşey gelmiyor.”
diye yakınıyormuş ki, kedi hemen çobanın kucağına çıkmış, yüzüğü eline
bırakmış. Çoban yüzüğü görünce gözlerine inanamamış. Hemen yüzüğü öpüp devi
çağırmış. Deve:
-“Çabuk sarayı getir, eski yerine koy.” diye emir vermiş.
Padişah, vezirin oğlunun kötülüklerini kızından öğrenince
çobana yaptıklarından ötürü çok pişman olmuş.
O günden sonra çoban annesini, köpeğini ve kedisini saraya almış,
mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar ermiş muradına...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder