18 Ocak 2017 Çarşamba

Küçük Değirmenci




         Bundan çok çok seneler önce, ülkelerin birinde iyi kalpli bir değirmenci varmış. Bu değirmencinin, birbirinden güzel dört çocuğu ile kendi halinde bir hanımı varmış. Değirmenci mutlu yuvasında şikâyetsiz yaşayıp giderken, günün birinde birden hastalanmış. Değil değirmenine gitmek, yatağından dahi kalkamaz olmuş. Zavallı değirmenci hastalığına üzülmüş üzülmesine ya, ama onu asıl üzen çocukları ile hanımının durumu olmuş.
         Değirmenci:
         -“Ah, ah...Şimdi çocuklarıma kim bakar? Anneleri evin geçimini yalnız başına nasıl sağlar?” diye kara kara düşünüp dururmuş.
         Gene bir gün böyle üzgün üzgün otururken, değirmencinin on yaşındaki büyük oğlu:
         -“Babacığım, sen hiç tasalanma, bundan sonra değirmene ben giderim.” demiş.
         Değirmenci önce:
         -“Ama oğul, sen küçücük bir çocuksun, bu işin üstesinden nasıl gelirsin?” demiş. Sonra da başka çıkar yol olmadığını düşünüp çar-nâçar oğlunun değirmende çalışmasına izin vermiş.
         O günden sonra küçük değirmenci öyle çalışmış, öyle çalışmış ki, az zamanda babasından çok para kazanmaya başlamış. Artık geceleri eve gitmez, geç vakitlere kadar değirmende çalışır, sonra da değirmende uyurmuş. Sabaheyin de gene erkenden kalkıp işe koyulurmuş.
         Gel zaman git zaman, küçük değirmencinin güler yüzlülüğü, çalışkanlığı dilden dile dolaşmış, yöredeki bütün köylere ulaşmış. Artık kimin buğdayı öğütülecek olsa, doğru küçük değirmencinin değirmenine koşuyorlarmış.
         Küçük değirmenci hayatından çok memnunmuş, memnun olmasına ya, bu arada memnun olmayanlar da varmış. Çevredeki değirmenciler:
         -“Bacak kadar çocuk bizim işimizi elimizden alacak.” diye küçük değirmenciye diş biler olmuşlar. Sonunda hepsi birden bir karara varmışlar ve:
         -“En iyisi bu gece değirmene gidip küçük değirmenciyi korkutalım. Böylece geceleri çalışmaktan vazgeçer, köylüler de gene buğdayları bize getirir.” demişler, dedikleri gibi de yapmışlar.
          O gece herkes uykuya dalınca doğruca küçük değirmencinin değirmenine gitmişler. Başlamışlar kapıyı kurcalamaya. Derken küçük değirmenci uykusundan uyanmış. Gidip kapının anahtar deliğinden dışarıya bakmış. Bir de ne görsün, tam sekiz kişi değirmene girmeye çalışmıyor mu? Hemen küçük değirmencinin aklına bir kurnazlık gelmiş, kendi kendine:
         -“Şunlara bir oyun oynayayım da görsünler.” demiş, sonra da yüksek sesle:
         -“Haydi arkadaşlar kalkalım,
            Tüfeklerimizi çakalım,
            Hırsız sekiz biz dokuz,
            Hepsini birden tutalım.”
         Bu sözleri işiten kötü kalpli değirmenciler:
         -“Eyvah! Demek küçük değirmenci içeride yalnız değilmiş, değirmende tam dokuz kişi kalıyorlarmış. Üstelik hepsinin de tüfekleri varmış. Aman arkadaşlar, buralarda durmayalım, kaçalım.” demişler, öyle bir kaçış kaçmışlar ki, böyle bir şeyi bir daha akıllarının ucundan bile geçirmemişler.
         Böylece küçük değirmenci de, babası iyileşinceye kadar değirmende çalışıp babasına yardımcı olmuş, ailenin mutlu olmasını sağlamış.  

Koca Kulaklı Tavşan



         Çocuklar, eskiden tavşanların kulakları böyle kocaman kocaman değilmiş. Tıpkı kedinin kulakları gibi ufacıkmış.
         Yalan mıdır, yoksa gerçek midir? Bilemeyeceğim ama bana bu masalı anlatan, tavşanların kulaklarının bu denli büyük oluşunun nedenini şöyle anlattı:
         Çok eski zamanlarda bir kralın değerli bir yüzüğü varmış. Kral yüzüğünü pek sever, hep yanında taşırmış. Günlerden bir gün kral ava çıkmış. Akşama kadar avlanmış, eğlenmiş. Derken tam saraya döneceği sırada çok güzel beyaz bir yavru tavşana rastlamış. Kral yavru tavşanı çok beğenmiş, onu da alıp saraya dönmüş.
         Çok geçmeden kralın aklına yüzüğü gelmiş. Bir de ne görsün, yüzük kaybolmamış mı? Kral yüzüğün kayboluşuna bir üzülmüş, bir üzülmüş ki sormayın. Yemeden içmeden kesilmiş, günlerce uyuyamaz olmuş. Sonunda da yüzüğünü bulana büyük armağanlar vaadetmiş.
         Kralın vaadini duyan ülke halkından bir çoğu yollara düşüp, başlamışlar kralın yüzüğünü aramaya. Fakat aradan günler geçmiş, kralın yüzüğünü bir türlü bulamamışlar.
         Bir gün ihtiyar bir köylü kralın yüzüğünü ararken, beyaz tüylü güzel bir tavşana rastlamış. Tavşanın ağzında da kralın yüzüğü varmış. Tavşan köylüyü görünce ağzındaki yüzüğü yere bırakıp üstüne oturmış. İhtiyar köylü ne yapmış ne etmişse tavşanı bir türlü yerinden kaldırıp yüzüğü alamamış. Sonra gidip ülkenin en güçlü adamını alıp gelmiş, adam tavşanın küçücük kulaklarından tutup bütün gücü ile çekmeye başlamış. Öyle çekmiş, öyle çekmiş ki, tavşanın kulakları kocaman kocaman olmuş da gene yerinden kıpırdatamamış. Güçlü adam tavşanın kulaklarını belki daha da uzatacakmış ama Allah’tan o sırada bilge bir gezgin oradan geçiyormuş. Tavşanın bulunduğu yere gelip ihtiyar köylüye ne yaptığını sormuş. Köylü:
         -“Tavşanın altında kralımızın yüzüğü var. Bir türlü tavşanı kaldıramıyoruz ki yüzüğü alalım.” demiş.
         Bilge gezgin düşünmüş, düşünmüş ve:
         -“Acaba bu tavşanın bir yavrusu var mı? Yavrusu varsa onu bulup getirin, onu görünce belki yüzüğün üstünden kalkar.” demiş.
         Meğer çocuklar, kralın avlanırken yakaladığı tavşan, bu beyaz tüylü tavşanın yavrusu değil miymiş? Anne tavşan bu yüzden kralın yüzüğünü vermek istemiyormuş. Köylü, kralın yanına gidip gezginin sözlerini iletmiş. Kral  tavşanın yavrusunu vermiş, anne tavşan da yavrusunu görünce yanına koşmuş. Böylece köylü de yüzüğü alıp krala vermiş.
         İşte çocuklar, o günden sonra tavşanların kulakları hep böyle kocaman kalmış.

Hırçın Kral



         Bundan çok çok seneler, seneler önce, cumhuriyetin yok krallığın çok olduğu devirlerde, küçücük bir ülkenin başında kocaman bir kral yaşarmış. Kral da kralmış haaa.. Bir sözünü iki ettirmez, karşısındaki insanların yüzlerini hiç güldürmezmiş.
         Günlerden bir gün hırçın kralın güzeller güzeli bir kızı dünyaya gelmiş. Güzel kız büyüyüp okul çağına gelince babasına:
         -“Babacığım ben ne zaman okula gideceğim?” diye sormuş.
         Hırçın kral:
         -“Hiçbir zaman.” diye haykırmış.
         Küçük kız:
         -“Ama babacığım, ben okula gidip bilgi sahibi olmak istiyorum.” deyince de kral büsbütün öfkelenmiş.
         -“Kimler okur biliyor musun? Ekmek parası kazanmak zorunda olanlarla, çirkinler okur. Sen bir kral kızısın, neyin eksik? Okuyup da o güzel kafanı niçin yoracakmışsın?” diye bas bas bağırmış.
         Güzel kız babasının davranışından öyle üzülmüş, öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki, kral kızı olduğuna da, güzel olduğuna da pin pişman olmuş. Okula giden çocukları gördükçe yemeden içmeden kesilmiş, hastalanıp yataklara düşmüş. Kral gene de fikrinden caymamış.
         Böylece aylar ayları, yıllar da pek çok yılları kovalamış. Güzel kız büyüyüp evlenecek çağa gelmiş. Kralın kızının güzelliğini işiten pek çokları, onunla evlenmek için elçiler göndermişler. Ama hırçın kral:
         -“Benim kızım ancak dünyanın en büyük padişahı olan Türkistan padişahının oğluyla evlenebilir.” diye tutturmuş.
         Türkistan padişahının da bir oğlu varmış ki sormayın. Yiğitlikte de, bilgide de, yakışıklılıkta da eşi bulunmazmış. Eee... Böyle bir oğula kim kızını vermek istemez ki? Ne ise, sözü uzatmayalım. Hırçın kralın sözleri kılaktan kulağa dolaşmış, sonunda gidip Türkistan padişahının oğluna ulaşmış. Padişahın oğlu da, güzelliği dillere destan olan kralın kızını merak edip görmek istemiş. Çok geçmeden isteği yerine gelmiş. Kızı görmesi ile de aşık olması bir olmuş. Gidip annesine:
         -“Anneciğim, hırçın kralın kızını gördüm, çok beğendim. Sizler uygun görürseniz onunla evlenmek istiyorum.” demiş.
         Padişahın hanımı bu habere çok sevinip hırçın krala haber salmış.
         Kızını görmeye geleceklerini işitince kralın hayatında ilk kez yüzü gülmüş. Sevincinden o gece uyku uyuyamamış. Sabah olunca da kızını çağırtıp ona:
         -“Bak kızım, bu gün bize, dünyanın en büyük padişahının hanımı, seni beğenirse oğluna istemeye gelecek. Padişahın hanımı ile konuşurken çok dikkatli ol. Şöyle yüksekten yüksekten konuş. Büyük şeylerden söz et.” diye sıkı sıkı tembih etmiş.
         Padişahın hanımı gelince güzel kız bir sandalye bulup onun üstüne çıkmış ve:
         -“Balina, fil, aslan, kaplan, gergedan” diye bildiği bütün büyük hayvanların adını  sayıp dökmüş. Hırçın kral hırsından ne yapacağını bilememiş. Kızına:
         -“Aman kızım ne yapıyorsun?” diye bağırmış.
         Güzel kız:
         -“Ne yapayım babacığım? Sizin arzunuzu  yerine getirdim. Siz yüksekten konuş demiştiniz. Onun için sandalye üzerine çıkıp konuştum. Büyük şeylerden söz et dediğiniz için de tanıdığım en büyük şeyleri saydım. Neden kızdığınızı bir türlü anlayamıyorum.” demiş.
         O zaman hırçın kral kızını okutmadığına bin pişman olmuş. Kızının bu davranışından çok utanmış. Padişahın hanımına, kızının okumayı çok istediğini, fakat suçun kendinde olduğunu anlatmış.
         Padişahın hanımı:
         -“Güzel kızınızı oğluma almaktan vazgeçmiştim ama madem ki suç onda değilmiş, hemen bir öğretmen tutup okutalım. Sonra da oğlumla evlendiririz. İnsan ne kadar çok bilirse o kadar çok değerlidir.” demiş.
         Güzel kız padişahın oğlu ile evleneceğine çok seviniyormuş ama onu asıl sevindiren, bundan sonra okuyup bilgi sahibi olabilmesi imiş.  

Beş Kardeşler



         Düşünün bir kez. Sizler de mutlaka hatırlarsınız. Hani sarı badanası yer yer dökülmüş, küçük, ahşap, tek katlı bir ev vardır. Sanırım birçoklarınızın yolu her gün o evin kapısının önünden geçer. İşte o evde bir zamanlar Tosun isminde küçük bir çocuk yaşarmış.
         İsmine bakıp da Tosun’u sahici bir tosun gibi güçlü kuvvetli sanmayın çocuklar. Tosun isminin aksine, zayıf ve güçsüz bir çocukmuş. Üstelik çok da tembelmiş. Öyle ki yemek yemeye bile üşenir:
         -“Benim bu gün hiç iştahım yok.” der annesini üzermiş. Oysa Tosun, hep çok kuvvetli olmayı istermiş.
         Günlerden bir gün, Tosun’un arkadaşları kıra gitmeye karar vermişler. Tosun’a:
         -“Hadi sen de bizimle gel. Kırlarda oynar eğleniriz.” demişler.
         Ama Tosun:
         -“Olmaz,” demiş. “Ben yatıp dinleneceğim.”
         Tosun evde yalnız kalınca yatağına uzanmış, önce kapıyı, pencereleri seyretmiş. Çok geçmeden canı fena halde sıkılmaya başlamış. Kendi kendine: (Ah, şimdi ne yapsam, nasıl vakit geçirsem?) diye düşünürken, odanın kapısı sessizce açılmış. İçeriye büyüklü küçüklü beş kardeş girmiş. Tosun çocukları görünce çok şaşırmış, onlara:
         -“Siz kimsiniz? Nasıl içeri girdiniz?” diye sormuş. Gelenlerden en güçlü olanı:
         -“Yoksa bizi tanımadın mı? Biz beş parmak kardeşleriz. Benim adım baş parmaktır. Bensiz diğer kardeşlerim hiçbir iş yapamazlar. Sahibim yapacağı her işte beni kullanır. Benimle yazı yazar, para sayar. Çatalı, kaşığı benim yardımımla tutar. Ben bütün bu işleri severek yaparım. Diğer kardeşlerimden daha çok çalıştığım için, onlardan daha çok kuvvetliyim.” Demiş.
         Baş armağın bu sözlerine yanında duran kardeşi biraz içerlemiş. O da söze şöyle başlamış:
         -“Ben her şeyin yerini gösterdiğim için bana işaret parmağı derler. Hem baş parmağın işlerinde yardımcı olurum, hem de sahibim bir şeyin sıcak mı, sert mi olduğunu benimle anlar. Hele çalışkan öğrencilerin beni havaya kaldırarak, çalıştıklarını öğretmenlerine göstermeleri çok hoşuma gider. Dahası var. Birisine öğüt mü verilecek? Sahibim diğer kardeşlerimi saklar, öğüdü benimle verir. Yaptıklarım saymakla bitmez. Bu yüzden de baş parmak kardeşim kadar kuvvetliyimdir.” demiş.
         Tosun, kardeşlerden en uzun boylu olana:
         -“Senin boyun hepsinden daha uzun. En güçlü olan sensin değil mi?” diye sormuş.
         Uzun boylu kardeş:
         -“Ahh...” diye içini çekmiş. “Boyumun uzunluğuna bakmayın, ben onlar kadar güçlü değilim. Ne baş parmakla işaret parmağı kadar çok çalışırım, ne de diğer kardeşlerim kadar tembelimdir. Daima ortada durduğum için bana orta parmak derler. Yalnız boş durmayı da pek sevmem. İşaret parmağı ile baş parmağa işlerinde yardımcı olurum.”
         Kardeşlerden en süslü olanı:
         -“Bana da yüzük parmağı derler. Ben sahibimin yüzüklerini taşırım. Bu yüzden de pek güçlü sayılmam. Ama gene de şu küçük kardeşimden kuvvetliyimdir.” deyip yanında duran en cılız kardeşini göstermiş.
         Küçük kardeş utancından ne yapacağını bilememiş. Yüzük parmağın arkasına gizlenerek:
         -“Gerçekten de kardeşlerimin içinde en az çalışanı benim. İşte bu yüzden de gördüğün gibi hem cılız kaldım, hem de hepsinden daha güçsüzüm.” demiş.
         Tosun, küçük parmağın sözlerini işitince hatasını anlamış, kendisinin de küçük parmak gibi güçsüz kalacağını düşünüp yattığı yerden olanca hızı ile fırlamış, fırlaması ile de (Gümmm...) diye yere düşmesi bir olmuş. Meğer Tosun’un bütün gördükleri rüya değil mi imiş?”
         İşte o günden sonra Tosun çok çalışıp, çok oynayarak kuvvetlenmiş ve sahici tosuna benzemiş.